III-ANLAMA EVRESİ - Ortaçağ


Her sarı nokta 1 milyon kişiyi temsil etmektedir.
-Antik Çağ ve Modern Çağ arasında yer alan M.S. 395 ile M.S. 1450 arasındaki döneme, Rönesans düşünürleri tarafından Orta Çağ adı verilmiştir. Bu çağ, nitelik ve yapı bakımından farklı özellikler taşıyan iki zaman dilimini içermektedir. M.S. ikinci yüzyıldan sekizinci yüzyıla kadar olan dilim, Patristik Dönem ya da Karanlık Çağ, sekizinci yüzyıldan onbeşinci yüzyıla kadar olan dilim ise, Skolastik Dönem’dir. Her iki zaman diliminde de hıristiyanlığın savunularak, üstün kılınması öne çıkmıştır. Fakat özellikle, Patristik Dönem’de bilime karşı olan tutum daha dikkat çekicidir. Klasik düşüncenin yalnızca Hıristiyanlıkla örtüşen kısımlarının benimsenmesi onun dışında kalan kısmın benimsenmemesi sonucunu getirmiştir. Antik Dönem’de egemen olan bilginin üstünlüğü düşüncesinin, yani “theoria” nın yerini uygulamanın yani “praxis” in üstünlüğü almıştır. Bunun sonucunda, bilimin değer yitirmesi ve öneminin ortadan kalkışı, böylece, bilime karşı olan ve bilginin üretilmediği “karanlık dönem” başlamıştır.(Bilim ve Teknoloji Tarihi) Özünde hemen hemen tüm Avrupa, Kuzey Afrika ve Levant'da hüküm süren Roma İmparatorluğunu zayıflamaya başlar. Her ne kadar sonradan gelen Julianus (331-363) tekrar Pagan geleneklerini yüceltmeye çalıştıysa da, Konstantin (272-337) ile başlayan tüm imparatorluğu Hristiyanlık dini ile güçlü bir otorite altında tutma çabaları Pagan bilim insanlarının Orta Doğu'ya kaçışına sebep olur. Bilim ve bilgi birikimi Orta Doğu'ya taşınır ve Avrupa kararırken, Orta Doğu'da aydınlanma yaşanır. Batıda Pagan inancını Hıristiyan inancı ile barıştırma çabaları başarısız olurken, Hıristiyan inancına felsefi açıklamalar bulma çabaları bu dönemin felsefesi olur. (Neoplatonizm)Bu dönemde artık felsefe ve bilim Orta Doğu'da gelişmeye devam eder. (George Sarton)
Öte yandan, Orta Doğu'daki bilimsel gelişmelerin yaşandığı üç önemli kurum, Beytü’l Hikme (Bilgelik Evi), gözlemevleri ve hastahanelerdir. (Bilim ve Teknoloji Tarihi)
-ROMA İMPARATORLUĞU'NUN ÇÖKÜŞÜ çok yaygınlaşan ahlaksızlık, iç mücadele, Hristiyanlığın doğuşu, mezhep kavgaları ve Kavimler göçü sonucu Roma imparatorluğu topraklarını istila eden barbar kavimlerin saldırıları sebebiyle zayıflayıp 395 yılında iki ye ayrılmış, İmparatorluğun batı kısmı da bu gibi sebeplere bağlı olarak devamlı gerilemiştir. İmparatorluğun güçten düşmesiyle kent yönetiminin halktan alınıp filozoflara devredilmesi gerektiğinin bile düşünüldüğü (Platon) dönemde kırdan kente göç, sınıflar arası gelir eşitsizliği artmış, kentlerin güvenilirliği ve meclis yönetiminin cazibesi azalmış, kentler Roma öncesi surlara çekilecek kadar küçülmüş.
-HİNDİSTAN'IN ALTIN ÇAĞI Öte yandan, Hindistan'ın orta krallıkları MS 4. ve 6. yüzyıllar arasında, Gupta İmparatorluğu döneminde matematik, astronomi, bilim, din ve felsefe alanlarında elde edilen önemli başarılardan dolayı Hindistan'ın Altın Çağı olarak anılmaktadır. Guptaların önderliğinde yaratılan barış ve refah, Hindistan'da bilimsel ve sanatsal çabaların sürdürülmesini sağladı.
-Oxford Hesaplayıcıları, neredeyse tamamı Oxford'daki Merton College ile ilişkili olan bir 14. yüzyıl düşünürleri grubuydu; bu nedenle onlara "The Merton School" adı verildi. Bu adamlar felsefi sorunlara çarpıcı derecede mantıksal ve matematiksel bir yaklaşım benimsediler. 14. yüzyılın ikinci çeyreğinde yazan en önemli "hesapçılar" Thomas Bradwardine, William Heytesbury, Richard Swineshead ve John Dumbleton'du. Walter Burley, Brüksel'den Gerard ve Nicole Oresme'nin biraz daha eski eserlerini kullanan bu kişiler, 'enlem' kavramlarını ve bunları hangi gerçek dünya uygulamalarına uygulayabileceklerini genişlettiler. Bu adamların kaydettiği ilerlemeler başlangıçta tamamen matematikseldi ancak daha sonra mekanikle alakalı hale geldi. Aristoteles mantığını ve fiziğini kullanarak ısı, kuvvet, renk, yoğunluk ve ışık gibi fiziksel ve gözlemlenebilir özellikleri incelediler ve ölçmeye çalıştılar. Aristoteles yalnızca uzunluk ve hareketin ölçülebileceğine inanıyordu. Ancak onlar onun felsefesini kullandılar ve sıcaklık, güç gibi şeyleri hesaplayarak bunun doğru olmadığını kanıtladılar. Bu gözlemlenebilir özellikleri ölçmeye çalışsalar da ilgileri doğal dünyadan çok felsefi ve mantıksal yönlerde yatıyordu. Felsefi olarak karşı fikir yürütmek (antitez) ve bir şeyin yalnızca "nasıl" işlediğini değil, "neden" bu şekilde çalıştığının mantığını kanıtlamak için sayıları kullandılar. (Nedensellik)
Bu dönemde Antik Çağ'ın bilgisinin kaybolması ile, eldeki az sayıda parça parça bilgi içeren metinler yordamıyla yapılan araştırmalar birlikte ele alınan matematik, geometri, müzik ve astronominin ve hatta doğayı ve insanı anlamak için tüm bu bilginin öğrenilme sevgisi olarak felsefenin ayrı ayrı çalışılmaya başlandığını görebiliyoruz. Bilimlerin sınıflandırılması ihtiyacı buradan da doğuyor gibi görünüyor. Antik Çağ'ın bilgisinin neredeyse son varisi sayılabilecek Boethius'un, akıl ve inanç çatışmasının doğduğu bu dönemde her bilimin kendine özgü ilkeleri olmasını düşündüğü tezinden ötürü teolojinin özerk bir bilim haline gelmesine önemli katkılarda bulunmasının yanı sıra Quadriviumun parçalarını ayrı ayrı ele alınmasına da sebep oluşturan çalışmaları olduğunu da görebiliyoruz. Nitekim felsefenin ayrı, bağımsız bir disiplin olarak ele alınması da bu Orta Çağ'ın sonuna denk geliyor. Aslında, belki de, 18 yaşlarında Platon'un yanında öğrenci olarak başlayan Aristoteles'in bilginin epistemolojik tanımında yaptığı değişiklik bu parçalanmaya sebep oluşturmaya başlarken, Thales'le başlayan rasyonel dediğimiz dünya görüşüne ait bilgilerin zamanla her disiplinde çoğalmaya başlaması da Quadrivium'u bir bütün olarak ele almayı zorlaştırmış hatta imkansızmış gibi düşünülmesine sebep olmuş olabilir. Öte yandan düşünce dünyasında bir ikilem yaratan Aristoteles ve Platon arasındaki epistmeolojik ayrımı da aynı amaç bakışıyla birleştirebilmeyi başaran ve siyaset de dahil olmak üzere, inanç konusunu da dahil edebilerek bilinen bilgilerin tümüne bir holistik (bütüncül) bakış açısı ortaya koymayı başaran Farabi'nin kapsamlı bakış açısı kayda değer görünüyor. Roma döneminde mekana ve zamana değer bazında ekonomik bir tanım getirilmesi ve bunun otoriter, totaliter, merkezi bir güç olarak sürdürülebilirliğinin felsefe ve inancı da kapsamına almaya çalışması, bu bakış açısının insanı doğadan ve doyasıyle kendi doğasında uzaklaştırması, neredeyse vazgeçilemez hale gelen bir gelenek olarak günümüze kadar gelişiyle yarattığı dünyamızı yaşanılmaz hale getiren sonuçlar bugün artık bilim dünyasında "hegemonik paradoksun sonu" olarak tanımını buluyor. (Anne SNICK)

-Tüm insanlığın çağlar boyunca yaşadığı aşamalar 'Bir Bireyin Olgunlaşma Evreleri' olarak düşünüldüğünde; Bu dönem bir 'Anlama Evresi' olarak düşünülebilir. Anlama Evresi; Algının nesnesi şeyler iken, anlama yetisinin nesnesi kavram olarak kuvvettir. Kuvvet her bir “şey”e ayrı ayrı ancak bir ilişki içerisinde birliğini veren ilkedir. Nesne ile birlik arasındaki ilişkidir. Görünür ile bağlantılı olarak, görünür olanın ötesi, onun hakikatidir. Anlama yetisinin ilk evresi duyulur üstü evren, ikinci evresi; evrik evren, ikinci duyulur üstü evrendir. İkinci evrede bilinç, bir nesne bilinci olmaktan çıkar, kendini tanır, bir kendilik bilinci haline gelir. (Acar 2016) Helenistik Dönemdeki; bilginin algılanan/duyumsanan ve bunlara verilen anlamlar ikileminde gerçeğin bilinip bilinemeyeceği tartışması, bu dönemde yerini görünür olanın ötesine, onu hakikatini anlamaya bırakmış gibi görünüyor. Nesne ile birlik arasındaki ilişki anlaşılmaya çalışılıyor gibi görünüyor. Evrik Evren’de bilincin toplumsallaşması henüz gerçekleşmemiştir. Tek başınadır. Kendi içinde kapalıdır, yalnızca kendisini bilen tekildir ve dolayım ile kendisine nesnellik verme ihtiyacındadır. (Acar 2016) Görünür olanın ötesinin, hakikatın bilinme imkanlarının tartışıldığı bu dönemde, örneğin Oresme'nin eserlerindeki tartışmalara bakarsak Avrupa'da insanın; kendi aklının yeterliliğini ve herşeyi anlayabileceği, ölçebileceğini ama aynı zamanda bunun imkanlı olup olamamasını değerlendirmeye çalıştığını görebiliyoruz. Bu çaba yer yer kutsal metinler dediğimiz kitaplardaki bilgilere bir karşıcı tavıra sebep olurken aynı zamanda vicdani bir zorluk yaratıyor gibi görünüyor. Nitekim daha sonra Rönesans'ta artık aklın yeterliliğinin şüphesizce kabulü ile doğayı köleleştirme eğiliminde kendi egemenliğini ilan etmeye kadar vardığını görebiliyoruz.(Francis Bacon) Aslında klasik çağın bilgisinin yetersizliğinden ve kısıtlayıcı, engelleyici kesinlik unsuru etkisinden kurtulmaya çalışıp, sorgulayıcı düşünce dünyasına açılmaya çalışıyor olarak da düşünülebilir. Yeni bilgiler, düşünceler ışığında zihinsel ilerlemenin devam etmesi, eski bilgiyi sorgulama ihtiyacı doğuruyor gibi.
-Ortaçağ ve Klasik Çağ aritmetiği, çağdaş matematiğe benzeyen bir tarzda hesap işlerini kapsamıyordu ve daha çok sayılar kuramıyla ilgiliydi. Bu sayılar kuramı daha çok oranların ve sayıların birbirleri ile olan ilişkilerinin araştırılmasında felsefi bir yaklaşım niteliğindeydi. Ortaçağda mathematicus terimi hem matematikçiyi hem de astrologu betimlemek için kullanılıyordu. Doğayı ve insanı anlamayan çalışırken matematiği kullanmanın başlangıcı sayılabilecek bu dönemde, sayılar arası, kutsal metinlerde geçen sayılar ve kelimeler arası veya yıldızların konumu ile insanlar arası ilişkilere formüller üretilmeye, cebirsel ifadeler, kurallar bulunmaya çalışılmıştır. Aritmetiğin bir dalı, o dönemde sihirli ve mistik niteliklere sahip olduğu düşünülen ve genelde eski kutsal metinlerden türetilen mistik sayılarla uğraşıyordu (nümeroloji). Nümeroloji, sayıları alfabenin harflerine, böylelikle belirli ad ve sözcükleri biribirlerine bağlayan bir sözde-bilimdir. Nümeroloji, başta horoskop çiziminde olmak üzere astrolojide de önem taşımaktaıdr. Aritmetiğin o dönemde başka bir dalı; sayılar arası oranlar ile kuramlar üretmeye çalışır. Örneğin bölenlerinin toplamına eşit olan mükemmel sayılar. Bölenleri 1, 2, ve 3 olan 6 gibi. (Zeki Tez -2011) Belki de Arap matematiğindeki yapılan en önemli gelişmelerden biri el-Harezmi'nin çalışmaları ile bu zamanlarda, yani cebrin miladıyla başladı. Bu yeni fikrin ne kadar kayda değer olduğunun anlaşılması önemlidir. Bu, temelde geometri olan yunan matematiğinden uzaklaşan devrimsel bir hareketti. Cebir; rasyonel sayılar, irrasyonel sayılar, geometrik büyüklükler gibi tamamının "cebirsel nesneler" olarak ele alınmasına izin veren birleştirici bir teoriydi. Matematiğe daha önce var olandan çok daha geniş kapsamlı, yeni bir gelişim yolu sundu ve kendinden sonraki konulara yol gösterici bir araç sağladı. Cebirsel düşüncenin ortaya çıkmasının bir diğer önemli yanı da, matematiğin kendisine uygulanmasına daha önce olmayan bir şekilde izin vermesiydi.(Wikipedia/Harezmi) Sıfır kavramını da içeren ondalık sayı sistemi bu dönemde Hindistan'da icat edildi. Daha sonra Fibonacci (1170-1240) gibi matematikçiler Hint-Arap sayı sistemini Avrupa'ya getirdiler.
-Müzik: Avrupa'da Aristoteles'in doğrudan okunması mümkün olamadığı için Boethius'ün müzik (ve aritmetik) teorisi esastı."Bu anlamda, müzik bilimi, mevcut antik kaynakların yokluğunda, diğer doğa felsefesi dallarının genel olarak kaybettiği bir sürekliliği korudu." Müziğin sanat olarak tanımlanmasından önceki bilim tanımında inceleyen Oresme'nin bir anlamda Antik Yunan'daki holistik bakış açısını sürdürebildiğini ancak yine de bilimler arasında karşılaştırma ve ayrıştırma yapmaya başladığını da görebiliyoruz. (P. Pesic 2014) Aynı zamanda, Avrupa'da çok sesli müziğin ve "notasyon" dediğimiz müzik yazımının icadı da Orta Çağ'a denk geliyor. Batı Avrupa mimari eserlerinin iç akustiğinin yarattığı ses zengiliğinin çok sesli müziğin (polyphonic) başlangıcına sebep olduğunu düşünen araştırmalar bile var. “Rotunda, mimarisi sayesinde üç ayrı notadan çok sesli bir akor oluşturdu. Bir müzik enstrümanı ile mimari arasındaki fark önemlidir: Bir enstrümanda her biri bir nota üreten tek tuşlara veya tellere eşzamanlı vuruşlar akorlar üretirken, rotundada bireysel notalar aynı anda çalınmasa bile bir akor yaratıldı. Bu da ancak kasaların odaklama ve yansıtma etkisiyle mümkün olabilir. Bu olgu, Batı Avrupa kültürünün müzikal çok sesliliğinin, yine Avrupa mimarisinin "uyumlaştırıcı" etkisine dayandığı hipotezini desteklemektedir. Antik Yunan müziği, Arap ve Uzak Doğu müziği çok seslilikten yoksundur.” (Gert SPERLING)
-Astronomide, Daha önce birer gözlem noktası olarak birçok proto-gözlemevi inşa edilmişse de ilk gerçek anlamda gözlemler evleri bu dönemde Orta ve Uzak Doğu'da kuruluyor. (Wikipedi/Gözlemevi) Ortaçağ dönemi boyunca, Yahudi, Hıristiyan veya Müslüman bütün astronomların, Batlamyus astronomisini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak bildiğine hükmedilebilir; hatta bunlardan herbirinin hiç değilse birkaç niteliği itibariyle Batlamyusçu olduğu söylenebilir. Ortaçağ astronomisinin tarihi, Batlamyusçu fikirlerin ve bu fikirlere karşı büyüyen bir hoşnutsuzluğun tarihidir. Ne kinematik yollarla ve ne de Dünya'nın yerine Güneş'i merkeze alarak güçlükleri çözümlemek mümkün degildir. Burada asıl engel, gökcisimlerinin yörüngelerinin dairesel (veya dairelerden müteşekkil düzenekler) olması gerektiği fikriydi ve bu engel ancak 1609 gibi geç bir tarihte Kepler tarafından kaldırıldı.(George Sarton) Öte yandan Oresme;Göksel cisimlerin hiçbir zaman daha önceki konumlarının aynısını tekrar edemeyecekleri teziyle, cahil insanların astrolojik determinizmi terkedip özgür iradelerini anlamalarını umdu.(P. Pesic 2014)
-Fizikde, XIII. yüzyıl optik bilimi açısından Hıristiyan Dünyası’nda bir sentez dönemi olmuştur. John Pecham ve Roger Bacon, çalışmalarında, Antik Yunan, İslam ve Hıristiyan geleneklerini birleştirmek suretiyle, optik bilimine yeni bir yaklaşım getirmişlerdir. Bunlar arasında, en başarılı olan Roger Bacon’dur. Öte yandan mekanik ile ilgili çalışmalar yapıldıysa da Galileo ve Newton'a kadar sonuçlar kullanışlı hale getirilememiştir. Bu dönemde deneycilik fikri bir yöntem olarak ve fiziğin matematik ile açıklanması (formüle edilmesi) ve teorik açıklamalara kavuşturulması başlar.(Bilim ve Teknoloji Tarihi) Prensipte, Yunan fiziğinin nitelikleri, en azından hareketler açısından, o zamandan beri Batı bilimine hükmeden sayısal niceliklerle değiştirildi. Çalışma hızla Fransa, İtalya ve Avrupa'nın diğer bölgelerine yayıldı. Giovanni di Casale ve Nicole Oresme, sonuçların geometrik grafiklerle nasıl temsil edileceğini buldular ve Batı düşüncesinin ikinci karakteristik alışkanlığı haline gelen geometri ile fiziksel dünya arasındaki bağlantıyı tanıttılar. Matematiksel Fizik.(Thomas Bradwardine)
-Biyolojide, Her ne kadar Lucretius gibi birkaç eski atomcu, Aristoteles'in hayata dair fikirlerinin teleolojik bakış açısına meydan okusa da, teleoloji (ve Hıristiyanlığın yükselişinden sonra doğal teoloji), esasen 18. ve 19. yüzyıllara kadar biyolojik düşüncenin merkezinde kalmaya devam etti. Ernst Mayr'ın sözleriyle , "Lucretius ve Galen'den sonra Rönesans'a kadar biyolojide hiçbir şeyin gerçek bir önemi yoktu." Aristoteles'in doğa tarihi ve tıpla ilgili fikirleri hayatta kaldı, ancak bunlar genellikle sorgusuz sualsiz kabul edildi. (Wikipedia/Antik Yunan'da Tıp)

-PSİKOPOSLUK KENTLERİ ve TEOKRASİ 9.Y.Y. Roma imparatorluğu güçten düştükçe merkezi otoritenin ve ticaretin zayıflaması ile kentleri psikoposlar yönetmeye başlamış, imparatorluk tamamen çökünce kırsal ile ilişkisi kesilen kentlerde teokrasi hükmetmeye başlamış, kent seçkinleri kırsala taşınmışlar ve kentte organizasyonu Hristiyanlık dininin simgeleri ve yapıları belirlemeye ve değiştirmeye başlamıştır. Ticaretin ortadan kalkması, halkın yönetimle ilişkisi olmaması, sivil yönetime ilgi ve kent hizmetlerinin azalması, savaş, veba salgını, İslam’ın baskısı ile ticaret ve para ekonomisinin durması sonucunda feodal sistem monarşinin yerini alır ve kentsel yapıda yeni bir dönüşüme zemin hazırlar. (Benevolo, Liebeschuetz, Pirenne, Wickham ve Wichwar’dan aktaran Yusuf Pustu.)(Coşkun 2023)
-ORTAÇAĞ ve KOMÜNLER 10.Y.Y.
Ortaçağ’da doğuda merkezi devletler yüküm sürerken, batıda on beşinci yüzyıla kadar feodalite ve komün yönetimleri söz konusu idi. Selçukluların ipek yolunu güvenli hale getirmeleriyle Orta Doğu’nun cazibesi artar ve Haçlı Seferleriyle ticaret yeniden canlanınca Avrupa’da şehir hayatında değişimler başlar. Güvenlik nedeniyle Uzak Doğu’nun kapısı olan Orta Doğu ile, deniz ve kara yoluyla, ticaret yapmaya başlayanlar bu yolları birlikte katettikleri gibi, şehir kıyılarında birlikte yaşamaya başlar. Yine şehirlerin genişleyen bu bölümlerinin güvenliği için burçlar inşa edilir. Orta Çağ şehirlerinde kırsaldaki üretim için kurulan pazarları, uluslararası alış veriş merkezleri olan panayırlara dönüştürmeye başlayan bu yeni sınıf bir yandan ticaret ile ekonomiyi, hatta üretim ile sanayiye geçişi canlandırmaya, bir yandan feodalite, teokrasi ve monarşi arasındaki çeşitli sorunlardan yararlanarak şehrin yönetimini ve organizasyonunu ele geçirmeye başlar. Gerek bağımsız, gerek monarşiden veya feodaliteden berat (yetki) belgeleri alarak şehirleri, kendi kurdukları meclislerle yönetmeye başlayan bu sınıf toplanan vergileri şehrin ihtiyaçları, kilise, hastane yapımı ve yoksullara yardım için kullanmaya başlar.
Bu dönemde yeni kentlerin kuruluşunu, eski kentlerin gelişmesi, köylerin kasabaya, ardından kente dönüşmesini tamamen ticarete bağlayanlar olduğu gibi, bu gelişmelerin sebep olduğu demokratik dönüşümü endüstriye de dayandıranlar, Antik Site ile Orta Çağ kenti arasında kopuklu olduğunu ileri sürenler olduğu gibi, bir süreklilik olduğu konusunda ısrar eden tarihçiler de var. (Yusuf Pustu)
Roma döneminde merkeze bağlı soyut bir toplumsal yaşam olarak doğadan koparılan şehir, Orta Çağ’da dünyadan da koptuktan, nüfusu azalıp küçüldükten sonra artık bu dönemde; canlanan ekonomisi, sosyal hayatı, üretimi, güvenliği, özellikle vatandaşlık kıvamında hemşehriliği ile bağımsız hukuku ve hatta sağladığı özgürlükle (O dönemdeki özgürlük anlayışı için bakınız: Yusuf Pustu) yeniden göç almaya başlayan, günümüz devletlerinin sahip olduğu bütün özelliklere sahip bir zorunlu birlik, bir tüzel kişilik haline dönüşür. (Talha Turan) Soyut bir birlik olarak Kentin kurumsallaşması. Kent yönetimi olarak belediye ve orta sınıf olarak burjuvanın doğumu.
Ekonomik gelişmenin sürdüğü ve zenginleşmenin yaşandığı dönemlerde, sınıfsal açıdan ekonomik bir denge yakalandığı halde, bu dönüşümün doğal sonucu olarak, on üçüncü yüzyıl sonlarında kendisini hissettiren ekonomik krizle beraber sınıf çatışmaları, toplumsal düzenin bozulması ile komünler imtiyazlarını kaybetmeye başlar. On beşinci yüzyılda ise şehirlerin aralarında başlayan çatışmalar sonucunda monarşi kazanır; hemşehriler devletlerinin (monarşi) vatandaşlarına dönüşür ve kentler ise prenslere bağlanır. (Yusuf Pustu’dan aktaran Talha Turan) (Coşkun 2023)
Karanlık çağı izleyen XI. ve XII. yüzyıllarda, İslam Dünyası’ndaki gelişmelerden etkilenen Hıristiyan Dünyası, Latince’den Arapça’ya çevrilen Antik Yunan dönemi eserlerini tekrar Latince’ye çevirme çabasına girdi. Bu kitapların yanı sıra Latince’ye çevirisi yapılan Arapça yazılmış bilimsel eserlerin okunmasıyla, bilimsel anlamda, İslam Dünyası’nın ne kadar gerisinde kalındığının farkına varıldı. XII. Yüzyılda İslam Dünyası’nda bilimsel yavaşlama ve duraklama dönemine girilmesine paralel olarak, Hıristiyanlar’la Müslümanlar arasındaki büyük farkın kapanmaya başladığı görülmüştür. Çevirileri izleyen yıllarda, aydınlanan Avrupa toplumu, bilimsel etkinlikleri göstermeye başladı. Bu dönemde, astronomi, matematik, fizik gibi alanlarda çok sayıda bilim adamının yetiştiği görülecektir. (Bilim ve Teknoloji Tarihi)
-M.S. 800 ile 1000 arasındaki dönem, Afrika / Avrasya dünyasında dramatik dönüşümlere sahne oldu. Bunlar arasında en önemlisi İslam'ın kuzey Afrika'ya yayılması ve Güneydoğu Asya'da Hintleşmenin daha da genişlemesiydi. Normalde bu dönüşümler ayrı olarak görülür ve bu şekilde değerlendirilir. Bununla birlikte, küresel bir perspektiften bakıldığında, iç içe geçmiş durumdadırlar ve birlikte modern dünyanın temellerini attılar. Tüm bunları mimari terimlerle ifade etmek gerekirse, İspanya'daki Kurtuba Cami (784), Endonezya'daki Borobudur(800) ve Japonya'daki Todai-ji (730) ile uyumludur ve her biri İslamileştirme, Hintlileştirme ve Budistlesştirme süreçlerinin sonucudur. Kültürel değişim ve gerilimin bu çapraz akımında, mimari sadece kopyalanmadı ve ihraç edilmedi, aynı zamanda çok çeşitli yeniliklerden geçti. Yakında, Hindistan'da sekiz yüz yıllık geçmişiyle kaya mimarisi geçmişte kalacaktı. 9. yüzyıl taş duvar tapınaklarına, ekonomilerine ve bürokrasilerine geçişi gördü. Avrupalılar bu küresel ekonominin önemli bir parçası değildi. Feodal sistem, kıtalar arası ekonomik karşılıklı bağımlılığın aksine, ekonomik bölgecilik ilkeleri etrafında inşa edildi. Güçlenen bir manastır kültürü istikrarı artırdı, ancak Hindistan'da bir Hindu tapınağı genellikle bir şehirle ve zenginlik idealleriyle ilişkilendirilen ekonomik bir birimdi." (A Global History of Architecture) Yeni bilgiler, buluşlar keşiflerin ışığıda antik bilginin otoritesinden sıyrılma çabaları bu dönemin sonuna doğru başladığı halde, bu otoriter düşünce dünyasının antik çağın çoğulcuğunu birer merkezde birleştirme eğilimiyle mimarlıkta, özellikle kamusal yapılarda bir örnekleştirme yayılıyor gibi.
Bu geçiş ve manevi sıkıntılar döneminde, Helenizm dini bir hüviyet, Hıristiyanlık ise felsefi bir hüviyet kazanmaya çalıştı; Hıristiyanlık, dini düşüncelere aykırı yaklaşımlara karşı dini inançlara umumi bir sadakat geleneği oluşturmak için hırsla gayret sarfediyordu. Ancak bunlar birleşemediler; çünkü Hıristiyan doktrinlerini Hıristiyan imanı olmaksızın kabul etmek imkansızdı ve Yunanlılar da Helenizm’in asıl özü olan mitolojik şiirlerini bırakmaya istekli görünmüyorlardı. Bilim adamlarından ekserisinin pagan olmaları (veya ömürlerinin büyük bir kısmında pagan olmaları) gerçeği bizi şaşırtabilir ve "Misyonerlik faaliyetlerinin başlamasından üç ya da dört asrı aşkın bir süre geçtikten sonra böyle bir şey nasıl mümkün olabilir?" diye düşünmemize sebep olabilir. Durum oldukça karmaşıktı. Felsefi öğreti canlıydı; özü itibariyle pagan olan bu öğreti Yeni Platonculukla sınırlıydı ve mistisizmin muhtelif biçimleriyle karışmıştı. Stoacılık çok güçlüydü ama hurafelerle kirletilmişti. Eğitim görmüş paganlar ve Hıristiyanlar aynı derecede şevk ve vecd halindeydiler fakat dini kavramlan bütünüyle birbirine karşıttı. Dördüncü ve beşinci yüzyıllarda genel durum böyleydi. Yunan-Roma dünyasında bilimsel hangi çalışma yapıldıysa, yalnızca paganlar tarafından degilse de özellikle onlar tarafından yapılmıştı. İmparatorluk, yabancı ülkeleri yararlandırırken kendi kendini tüketmişti. Ariusçular Batı'ya doğru sürülmüştü; Monofizitler Suriye ve Mısır'da toplandılar; Nesturiler Doğu'ya doğru göç ettiler ve Urfa okulu, 489 yılında imparator lsaurianlı Zenon tarafından kapatılıncaya kadar ana merkezleri oldu. Bu kapatma olayı onların daha uzaklara dağılmalarına neden oldu; Nesturilerin merkezi 498'de Seleuceia-Ctesiphon, 762'de de Bağdat idi. Onlar, Pasifik Okyanusuna kadar bütün Asya'da yayıldılar. Bazı Nesturiler bir tıp okulunun aktif olduğu Kuzistan'daki Cundişapur'a sığındılar; bazı paganlar da aynı yere gitmiş olabilir; burası Yunan kültürünün Yakın Doğu'ya yayılma merkezi oldu. Ancak, Cundişapur Bağdat'ın doğusunda, oldukça uzaktadır. Urfa'da bir tıp okulu vardı ve Nesturiler kendilerini burada bilimsel bir muhit içinde bulmuşlardı. Pek çok Yunanca felsefe ve bilim eserini Süryaniceye tercüme ettiler ve bu Süryanice kitaplar daha sonra Arapçaya çevrildi. İskenderiye'den Bağdat'a giden "bilimsel yol" Urfa'dan geçti Böylece bilim yeniden Asya'ya dönmüş oluyordu. Yunan bilimi Küçük Asya'da doğmuştu; sonra Yunanistan'da, başta Atina'da, sonra İskenderiye'de gelişti, ve ondan sonra Bergama, İstanbul, Urfa, Bağdat yoluyla Asya'ya geri döndü. Kırsal kesimdeki "köylüler" ve öte yandan "entelektüeller", kalburüstü filozoflar Hıristiyanlığı kabul etmeye ve Helenizmi reddetmeye isteksizdiler. Bu durum özellikle Atina Akademisi'nde (Neoplatonizm) hocalık yapmasına izin verilenler için doğruydu; Akademi yeni dine direnme merkezi haline gelmişti. Bu nedenle, Justinian (482-565) burayı 529'da kapattı. Bu yıl, bir çağın sonunu gösteren en iyi işaret olarak kabul ettigim, tarihi öneme sahip bir yıldır. Aynı yıl, St. Benedict (VI- I) tarafından Monte Cassino Manastırı kuruldu. Akademinin yedi hocası Pers kralı Küsrev'in sarayına kaçmış ve geri dönüşlerini mümkün kılacak bir antlaşma yapılana kadar birkaç yıl orada kalmışlardı. Yunanlı araştırmacılar, Yunan dünyası dışına sürülmüşler ve İslam biliminin gelişmesine yardımcı olmuşlardı. Daha sonra Arapça literatür Latinceye, İbraniceye ve Batı dillerine çevrilmiştir. Yunan bilim hazinesi, hiç degilse büyük kısmı pek çok dolambaçlı yoldan bize geri ulaştı. Biz yalnızca yeni bilgi üretenlere degil, ama aynı zamanda, cesaretleri ve inatçılıklan sayesinde antik hazineyi bize ulaştıran ve bugünkü başanlarımızı gerçekleştirmemize yardım eden herkese minnettar olmalıyız. (George Sarton)