-İmmanuel KANT (1724-1804) Kant Felsefe Tarihindeki epistemolojik tartışmalar bağlamında bir dönüm noktasına işaret eder. Epistemolojik bağlamda rasyonalizm (akılcılık) ve empirizmi (deneyimcilik) uzlaştırmaktadır. Kant’ın transendental idealizmine göre zihnimiz dış dünyaya göre değil, dış dünya zihnimize göre biçimlenir. (İstanbul Üniversitesi Açıköğretim)
Saf Aklın Eleştrisinde, aklın sınırlarıını belirlemeye çalışmış, fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır. Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkartmıştır. Kant'ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir.
-Etinne Bonno de CONDİLLAC (1715-1780) Zihinsel aktiviteleri; kavrama, bilinç, dikkat, hatırlama ve bellek olarak ayrıştırmıştır. Kavramayı duyumsamanın devamı ve düşüncenin oluşumundaki ilk adım olarak nitelendirmiştir. Zihinsel aktivitelerin duyumsama ile ilişkilenmesi, zihinde herhangi bir duyuma sahip olmayan bilgiden söz edilemeyeceğini savunmaktadır.
-Georg Wilhelm Friedrich HEGEL’e (1770-1831) göre, bilmek, öğrenmek, düşünmek ve fikir üretmek isteyen kişi, bilginin bugünkü neliğini öğrenmek ile yetinemez. Bütün bu çağlar boyunca, birbirinin ardınca süregelen farklı bulgular, bugünü anlamak, öğrenip, fikir üretebilmek için gereklidir. Kant'ın öne sürdüğü gibi, numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya yerine, zihnin kendisinin gerçek olduğunu ve sürekli bir değişim süreci içinde olduğunu kabul etmiştir. Hegel de bu gerçeklik, içinde yaşanan dönem ile şekillenen öz-farkındalıkta kendisini gösterir ve kendinin farkındalığında (bilincinde) aşamalı bir ilerme içindedir. Tarih ve Felsefe ilişkisi bu anlamda ortaya çıkar. Ayrıca 'Felsefenin bilim düzeyine yükseltilmesinin zamanı'ndan söz eden Hegel, 'içinde gerçekliğin var olduğu gerçek şekil ancak onun bilimsel dizgesi olabilir' der ve felsefeyi; 'bilme sevgisi' adını bir yana bırakarak 'edimsel bilme' olabileceği hedefe yaklaştırmaya katkıda bulunmayı amaç edinir. (Tin'in Fenomenolojisi - W.F. Hegel)
-Arthur SCHOPENHAUER (1788-1860) ise Kant'ın noumenal dünyasının bilinemese bile, doğasının anlaşılabileceğini önde sürüyordu. Bu anlamda gerçeği, Schopenhauer'e göre her işin ve varoluşun içindeki kör güç olarak iradeyi, kendi eylemlerimiz ve sanat deneyimlerimiz aracılığı ile bir an için görebileceğimizi iddia etti.
-John Stuart MILL (1806-1873) tümevarımsal mantığı formüle etmiş, çağrışımcı psikolojisini bilgi konusuna da taşımış ve bu alanda, Berkeley'den esinlendiği besbelli olan psikolojik bir idealizm geliştirmiştir. Maddesizciliği seçen Berkeley'den ayrılmış ve dış gerçekliğin varoluşunu kabul ederek, söz konusu nesnel gerçekliği "duyumları mümkün kılan, kalıcı dayanak" olarak tanımlamıştır. Amaç olarak düşündüğü hazlar arasında, öğrenildiği zaman tercih edileceğini iddia ettiği yüksek hazzı (kitap okumak, müzik dinlemek) diğer (hayvani) hazlardan üstün tutmuş, genelin iyiliğini ve refahını temele almıştır. Mill'e göre, tutarlı düşünme ve tartışma toplumsal değişime neden olabilir ve daha fazla insanın mutlu ve tatmin edici bir hayat süreceği daha iyi bir dünya mümkün olabilir.
-Auguste COMPTE (1798-1857) sosyoloji ismini öne süren ilk sosyologtur. "Sosyoloji neden diğer bilim dalları gibi bir dal olmasın" tezini savunarak sosyolojinin temelini o zamanlarda attı. Ayrıca felsefede pozitif düşünce üzerine de çalışıyordu. Daha sonraları fizik, gökbilim ve kimya ile de uğraştı. Ayrıca Comte yaşadığı çağda altı temel bilimden söz etmiştir. Bunlar genel, basit ve bağımsız olanlardan özel, karmaşık ve bağımlı olanlara doğru sırasıyla şu şekildedir: Matematik, astronomi, fizik, kimya, fizyoloji ve sosyoloji (sosyal fizik). Sosyolojiyi bunların üstünde görmüştür. Tüm bu fikirlerinin oluşmasında 7 sene sekreterliğini yaptığı Saint Simon'ın etkisi büyüktür. Comte pozitivizm (olguculuk) ile toplumun modernleşeceğini savundu. Comte'un sosyal teorisi bir doğa bilimleri modeline dayanmaktadır. Ona göre "tüm fenomenler değişmez doğa yasalarına tabidir".
-Karl MARX (1818–1883) Hegel 'den, 'tarihin rastlatısal biçimde ilerlemediği ve bilincin, bilinçli olarak kendini tanıma yolunda ilerlediği'ni aldı, fakat kendi dönemindeki durumdan çıkarımla bu ilerlemeyi ekonomik nedenler üzerine kurguladı. Max Weber ile birlikte modern Sosyolojiyi başlattıkları kabul edilir. Marx'ın ana ilgi alanı ekonomik ilişkilerdi. Onun görüşüne göre olduğumuz ve olabileceğimiz herşeyi bu ilişkiler biçimlendiriyordu.
Felsefede Psikolojinin etkili olmaya başladığı dönem. 19. yy sonu ve 20. yy başında Kıta Avrupası felsefesinde önemli bir yer tutan psikolojizm, en geniş anlamıyla mantık ilkelerini, metafiziği, epistemolojiyi ve hatta etiği, özetle tüm felsefi kavram ve sorunları kapsayacak şekilde bu kavram ve sorunların temelini ve de çözümünü öznel psikolojik deneyimlerde arayan felsefi yaklaşımdır. Bu kuram, John Locke tarafından kurulup daha sonra içeriği David Hume ve John Stuart Mill gibi psikolojistler tarafından genişletildiği için, bu kuramın kökeninin İngiliz empirizmine dayandığını söylemek mümkündür.
-William JAMES (1842-1910) On yıl kadar süren, uzun bir araştırma sonucunda yazdığı "Psikoloji’nin İlkeleri" adlı kitabı psikoloji tarihi için büyük bir öneme sahiptir. Yapısalcı görüşdeki psikologların işlevselcilik ekolüne doğru yönelmesinde neden olmuştur. Zihnin biyolojik temelini vurgulayan James, bilincin sürekliliğine dikkat çekmiştir. Benlik kavramı, benlik saygısı ve özgür irade konularında önemli fikirler ortaya atan James, James Lange kuramı ile bilincin davranış ile kendini kontrol edebileceğini açıklamaya çalışmıştır. Felsefede, bilgi kuramı ile ilgilenmiş; pratiği ve uygulamayı teorinin önüne koymuştur yani daha mühim olduğunu düşünür.Pratiği olan şeyi gerçek olarak kabul eder.
-Friederich NIETZSCHE (1844-1900) genç yaşta öğrendiği Yunan ve Roma kültürünün etkisiyle felsefeye yönelmiş, Apollon-Dyonysos ikilemini temel almış, gerçeğin değerini ve nesnelliğini sorgulamıştır. Kıta felsefesi gelenğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da etkisini gösteren düşünceleri, Immanuel Kant'ın aksine, akılcılığın tersine, insani değerleri şekillendirmede duyguların ve irrasyonel güçlerin etkili olduğunu iddia etmiştir.
-Emile Durkheim (1858-1917), Fransız sosyolog, sosyolojinin kurucularından sayılmaktadır. Sosyoloji adı her ne kadar August Comte tarafından verilmiş olsa da Fransız sosyolojisi 19. yüzyılın sonundaki güçlü etkisini ona ve onun kurmuş olduğu L'Année Sociologique isimli yayına borçludur. Durkheim bilgi anlayışında toplumun görüşünü örnek alır. Bilgide en genel kavramlar tek tek şeylerin tümünden bağımsız olmayıp tersine onlara uygulanabilen, topluma ilişkin kavramlar olduklarından en geçerli kavramlardır. Bunların mutlak, öncesiz sonrasızca doğru ve kesin kavramlar oldukları da söylenemez. Bilginin temel taşları olan genel kavramlar toplumdan, sorgulanmadan, hazır olarak öğrenilir ve toplumla birlikte zaman ve uzam bağlamında değişip gelişen kavramlardır. Son olarak da insan düşüncesinin biçimlerinin sosyolojik bir yorumunu yapar, yani bu bölüm bir anlamda bilgi sosyolojisine giriş denemesi mahiyetindedir. (Aron 1986:339)(M.Ali KİRMAN)
-Edmund Gustav Albrecht HUSSERL (1859–1938)
Psikolojizm genel anlamıyla psikolojiyi temel bilim haline getirerek, doğal dünyadaki olayları psikolojik perspektiften ele alır ve felsefi problemleri de psikolojinin çözmesi gereken sorunlar olarak görür. Felsefi kavramların psikolojik analize indirgenmesi sonucunda, felsefi problemlerinde psikolojik yolla çözülebileceğine inanılır. Buna ilave olarak mantıkta özellikle insanın duyusal tarafını vurgulayarak mantıksal ve psikolojik önermeler ile bir özdeşlik kurma durumudur. Kısaca psikolojizm tüm felsefi kavramları ve ortaya çıkan sorunların temellerini öznel psikolojik deneyimlerde aramaya çalışan felsefi düşüncedir. Husserl, psikolojik çağrışımların ortaya koyduğu psikolojizmi felsefenin evrensel olmasını engelleyen aktör olarak vurgulamıştır. Husserl ise olayı epistemolojik ve transendental olarak ele alır. Husserl için bir başka durum da felsefeyi bir bilim olarak ele almasıdır. Felsefeyi zihne verilmiş olan özlerin tasvir edilmesinin bilimi olarak gören Husserl için zihne verilmiş olan varlığın özünü kavramak önemli bir noktadır. Özgül bir felsefe disiplini olarak Fenomenoloji'nin kurucusu Husserl'dir. Heidegger, Merleau-Ponty ve Sartre gibi varoluşçu felsefecileri derinden etkilemiş olmanın yanı sıra, daha sonradan Foucault ve Jacques Derrida gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında etkilerini hissettiren felsefecilerin düşüncesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Husserl'in 'Kesin Bilim Olarak Felsefe' incelemesinde, düşünsel ve bilimsel ilerleme, insanın düşünce dünyasında bir 'olgunluk' olarak da telafuz edilir.
-Sigmund FREUD (1856-1939) kariyerine sinirbilimci olarak başlamış bir psikiyiatri uzmanıdır. Psikanalizi başlatan Freud, 'serbest çağrışım' tedavi yöntemi ile zihnimizi etkileyen bilinç dışı arzu ve istekleri araştırmaya koyuldu. Bu araştırmaları sonucunda ortaya çıkardığını iddia ettiği bulgular, herkes tarafından bilimsel olduğu kabul edilmese de; Descartes'tan sonra ilk defa, zihnin bilinç dışı etkinlikleri olabileceği bakış açısını getirdi.
-Henri-Louis BERGSON (1859-1941) birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. Bergson, Almanya'da doğup gelişmiş olan idealist felsefenin Fransa'daki temsilcisi olarak tanınır. Aynı zamanda, süreç felsefesi adı verilen felsefe türünün de en önemli temsilcilerinden olan Bergson, pozitivizmin ya da oldukça dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına şiddetle karşı çıkarken, insani ve dinsel değerlerin önemini vurgulamıştır. 20. yüzyılda gelişen akla karşı başkaldırının önemli öncülerinden biri olmak durumundadır. Bergson dinamik ve düalist bir felsefe akımının daha doğru olduğunu benimsedi. Düşüncelerinden dolayı Sezgicilik (entüisyonizm) akımını kurdu. Bergson bilimin asıl bilgi kaynağı olduğunu reddetti ve sezginin daha önemli olduğunu savundu. Bilimin, yaşamın dinamik özüne ulaşamayacağını söyledi. Düşüncenin evrene benzediğini bir yanda maddenin diğer bir yanda sezginin olduğunu öne sürdü.
-Karl Theodor Jaspers (1883–1969)
Psikiyatri ile başlayıp daha sonra felsefeye yönelen Jaspers Varoluşçular arasında sayılsa da dönemin bunalımına bir 'aşkınlık' felsefesi ile cevap aramaya çalışmış, bilimin sınırları ve insanın bu sınırları aşma ihtiyacına değinmiştir. Din felsefesinde "aşkın", "şifre" (gizli yazı düzeni), "felsefece inanç" tasarımları; tarih felsefesinde "Eksenler Çağı" tezi; siyaset felsefesinde ise "yeni siyaset düşüncesi" geliştirmiştir. Jaspers'in Eksen Çağı M.Ö.8. yüzyıldan 3.yüzyıla kadar sürer. Jaspers'a göre, bu dönemde, evrenselleştirici düşünce biçimleri, bu farklı kültürler arasında belirgin bir karışım olmaksızın, çarpıcı bir paralel gelişmeyle Pers , Hindistan, Çin, Levant ve Greko-Romen dünyasında ortaya çıktı. Jaspers, gelecekteki felsefeler ve dinler üzerinde derin bir etkiye sahip olan bu çağın kilit düşünürlerini belirledi ve bu düşünürlerin ortaya çıktığı her alanda ortak olan özellikleri belirledi.
-Gaston BACHELARD (1884-1962) Felsefe ve bilim arasındaki ayrımda da Bachelard bilimin felsefeyi yarattığını söylemiştir. Ve felsefenin bilimin geliştiği çizgide kendisini yenilemesi gerektiğini belirterek kendi dilini de çağdaş bilime göre kurmasının gerekli olduğuna bolca vurgu yapmıştır. Bu bakımdan da felsefenin ulaşması gereken yer bir kesinlikten ziyade bilimsel zihniyete uygun olan bir nesnellik anlayışıdır. "Epistemolojik kopuş", "epistemolojik engel" gibi özgün kavramlar ortaya süren Bachelard, "uygulamalı akılcılık" anlayışı ile teori ve pratiğin, akılcılık ve emprizimin birlikte ilerlemesi gerektiğini savunmuştur. Teori ile uygulamayı birbirinden koparmadan, uygulamanın sahip olduğu koşullar ile teorinin birbirine dâhil olması gerekmektedir. Bilimin tarihsel gelişiminin insan zihninin gelişimini anlamak için önemli bir fonksiyon icra ettiğini hatırdan çıkarmamak gerektiğini düşünür.
-Analitik felsefenin başlangıcı. 20. yüzyıla kadar süregelmiş felsefi kutuplaşmaların her birinden farklı olarak, konuşma diline ait cümleleri incelemeyi hedef almış ve buna göre ana-bilim dalı arayışına giren filozoflar tarafından kurulmuş felsefe okuludur. Bu dönemde ayrıca Mantıksal Pozitivizm akımı da başlamıştır. Mantıksal pozitivizm, Viyana Çevresi olarak adlandılan filozofların felsefi düşünüş sistemlerini adlandırır. Bu felsefi akımda, bilim insanın en büyük başarısıdır.
-Bertrand RUSSELL (1872-1970) dil ve dilin altında yatan mantıksal biçim hakkında düşünmeye ağırlık verdiği, kimi zaman "dilsel dönemeç" diye adlandırılan analitik felsefeyi başlattı. Kümeler kuramına meydan okuyan Rusell’ın paradoxunu (Russell’s paradox) keşfetti. 1903 yılında ilk önemli matematik kitabı olan az sayıda ilkelerden yola çıkılarak matematiğin anlaşılabileceğini gösteren kitabı olan 'The Principles of Mathematics' (Matematiğin İlkeleri) kitabını yayımladı.
-Ludwig Josef Johann WITTGENSTEIN (1889–1951) Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır. Russell 'ın öğrencisi olan Wittgenstein, tüm felsefi problemlerin dilin araştırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. Wittgenstein'da felsefenin görevi, dil aracılığıyla aklımızın büyülenmesine karşı mücadele etmektir. Felsefenin araştırma nesnesi, günlük konuşma dilidir. Biz kelimeleri, günlük kullanım metafizikleriyle bağlantılarız. Felsefenin amacı (iyileştirme) terapidir. Filozof bir problemi tıpkı bir hastalık gibi ele alır, inceler. ‘Dil karmaşıklığı’na esir olmuş biri bu durumdan kurtarılmalıdır. Wittgenstein, dilin ve zihnin kamusal olduğunu, kendinden önceki filozofların düşüdüğü gibi tamamen bireye özel olMAdığını düşünüp, kanıtlamaya çalışmıştır.
-Alfred Jules AYER (1910-1989) Duyularımızın ötesindeki bir gerçekliği araştırmayı tanımlayan "Metafiziğe" karşıdır. Ayer yalnızca duyular ve mantık yoluyla bilinebileceklerle ilgilendi. "Dil, Doğruluk ve Mantık" adlı eseri bilimi yüceltmektedir.
-Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır.
-Martin HEİDEGGER (1889-1976) Her ne kadar kendisi bunu reddettiyse ve yanlış anlaşıldığını belitttiyse de, varoluşçu felsefenin isimlerinden birisi olarak anılan Alman filozof, hocası Husserl'in Fenomenoloji felsefesinden etkilendiği halde, Fenomenolojinin varlık sorununu yeniden yorumlamış ve kendine özgü bir varoluşçu felsefe oluşturduğunu söylemek mümkün olmuştur. Husserl gibi Heidegger de teknolojinin gelişmesiyle şekillenen dünyanın düşüncede yeniden ele alınması konusunu delirlemeye çalışmış ve Dil konusunu felsefede temel bir kategori haline getirmiştir.
İlk defa Hegel ile başlayan; felsefenin diğer bilimlerden bağımsız bir bilim olarak tanımına Husserl'in Fenomenolojik yaklaşımının yanısıra veya karşıtı olarak bu dönemde Heidegger şiir ve mistisizm ile felsefenin sonundan bahseder.(Heidegger'in Savaş Sonrası Felsefesi-Doğan Göçmen)
-Jean Paul SARTRE (1905-1980) 'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanMAmış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden, belli bir amaç için tasarlanmış değildir. Amacını belirleyecek olan yine kendisidir.
-Simone de BEAUVOIR (1908-1986) Varoluşçulukta olduğu gibi Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır. Ancak, muhtemelen dilin verdiği kısıtlamalardan dolayı, cinsiyet ayrımının olmadığı bir yaşamı hayal etse bile, dile getirememiştir. Felsefesinin temellerini doğrudan ve yaşanan deneyimlerin oluşturduğu Simone de Beauvoir için etik, pratik anlamda özgürlüğü gerçekleştirmektir.
-Maurice Merleau Ponty (1908-1961) Hem Fenomenoloji hem de Varoluşçuluk içinde önde gelen isimlerden biri olarak anılır. Bilinç ve ahlakla ilgili problemler üzerinde duran Merleau-Ponty, bilinçle dünya arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Ona göre, algı alanımız, duyumlardan oluşmaz, fakat aralarındaki mekânlarla birlikte, şeylerden meydana gelir. Merleau-Ponty, "Varoluşçu fenomenoloji" olarak bilinen eğilimin yetkin bir temsilcisidir. Merleau Ponty'ye göre (Algının Fenomenolojisi) varlığımız cinsel, mekansal ve zamansal değldir.
-Albert CAMUS (1913-1960) 'ün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Soyleni"de açıklamıştır. Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.
-Eleştirel rasyonalizm Karl Popper tarafından geliştirilmiş bir epistemolojik felsefedir. Fikirsel olarak eleştirel rasyonalizm, doğrulamacı bir yol izleyen ve sadece akıl ve/veya deneyler yoluyla doğrulanan bir bilgiyi geçerli sayan rasyonalist anlayışa karşıttır. Buna yanlışlanabilirlik denilebilir. Yanlışlanabilirlik ilkesinde göre herkes bilimsel bir araştırmaya istediği şekilde yaklaşabilir, fakat eğer sonuç ile başlayıp bunu araştırma süresince her ne kadar kanıt sunulsa da değiştirmeyi reddedenler, bu metodlarını bilimsel olarak sınıflandıramaz. Yanlışlanabilirlik ilkesi, bilim ile bilim dışı olanı, bilgi ile inancı ayırmak için kullanılır.
-Karl Raimund POPPER (1902 –1994) bilimsel yöntemini kaleme almaya başlayana kadar birçok bilim insanı ve filozof, bilim yapma yolunun, varsayımları destekleyecek kanıtlar bulmak olduğuna inanıyordu. Popper'a göre bilimsel olmak hatalardan ders almaktır. Bilimin ilerlemesi, gerçekliğe ilişkin belirli bir düşünce biçiminin yanlış olduğunu fark edebilmemize bağlıdır. Karl Popper' a göre güvenilir olmayan bir akıl yürütme yöntemi olan tümevarım (seçili gözlemlerden genel sonuçlara doğru akıl yürütme) bilimsel bir yöntem değildir. Bir hipotez, ancak çürütülebilirse, yanlış olduğu kanıtlanabilinirse bilimsel olabilir çünkü ancak o zaman ilerleme kaydedilebilir. Örneğin, sınanamaz kanıtlarla geliştirilen Psikanaliz, Popper a göre bilim değildir.
-Paul Karl Feyerabend (1924-1994) En önemli metinlerinden "Yönteme Hayır" Karl Popper'ın öğrencisi olup, zamanla onun fikirlerine tam karşı görüşleriyle, "Her Şey Uyar" (Anything Goes) diyerek, hocası Karl Popper'ın eleştirel akılcılığına karşı, özünde akılcılığın bile yöntemsel bir kalıplaşma haline getirilmemesi gerektiğini savunmuştur. Sanat, din ve bilimin eşdeğer bilgi olanakları olarak tanımlamış, Ahmet İnam'ın değişiyle; Bilimi zincirlerinden kurtarmaya, kör bir bilime engel olmaya çalışmıştır.
-Thomas Samuel KUHN (1922-1996) "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" adlı eserinde Popper 'ın yanlışlanabilirlik tezini yanlışlayan, "paradigma" tezini öne sürmüştür. Kuhn'a göre bilimin evrimsel ileleyişi farklı zamanlarda ortaya çıkan farklı fikri ortamlar ve farklı olasılıklar sonucu olan paradigma değişimlerine bağlıdır.
-İmre LAKATOS (1922-1974)Lakatos bilim felsefesindeki değişim ve süreklilik arasındaki kronik çatışmada Kuhn’n paradigma anlayışını Popper’ın yanlışlamacılığı ile birleştiren bir “bilimsel araştırma programı” (BAP) geliştirmeye çalışır. Bilimsel kuramların tek başlarına geçerliliği olan düşünceler değil; belirli bir dönem içinde ortak bir perspektiften ortaya çıkmış düşünce sistemleri olduğunu belirten Lakatos bir kuramın benimsediği temel önerme, iddia ve örneklerin her zaman için bir karşı kuramsallaştırma etkinliğinde yanlışlanmaya çalışıldığını ileri sürer. Lakatos doğrulama ve yanlışama mantığını eş zamanlı işleten bir araştırma programını oluşturan üç temel unsur olduğuna dikkat çeker: katı çekirdek (hard core), koruyucu kuşak (protective belt), olumlu ve olumsuz keşif (heuristik). Kuramın dayandığı temel kabul, inanç ve önermelerden oluşan katı çekirdek bir bakıma kuramın metafizik unsurunu oluşturur. Örneğin Batlamyus kozmolojisinin katı çekirdeği şeylerin nihai amaçlarına erişerek duranlığa erişmesi iken Newtoncu fiziğin katı çekirdeği şeylerin bir engelle karşılaşana kadar sonsuz hareket edeceği önermesidir Bir bilim insanının tercih ettiği durağanlık ya da hareket ilkesini onu farklı araştırma programlarının mensubu kılar. Lakatos’a göre bir katı çekirdek amprik evrenin sunduğu farklı olasılıklardan doğrudan yakayı sıyıramaz. Deney ve gözlem yolu ile elde edilen beklenmedik gelişmeler ile kuramın nasıl uzlaştırılacağı önemli bir sorundur. Bu noktada koruyucu kuşak farklı bulguların yorumlandığı, yardımcı hipotez ve örneklerle katı çekirdeğin haklılığını ispatlandığı bir esnetme pratiğidir. Lakatos’a göre katı çekirdekten ziyade koruyucu kuşağın açıklamalarına çarpan ampirik aykırılıklar genellikle koruyucu kuşağın değişmesi, gelişmesi ve karmaşıklaşmasına sebep olur (Lakatos, s. 284). Olumsuz keşif, koruyucu kuşağın geçiştiremediği aykırılıkların çekirdeğe iletilmesine izin vermeyen bir tutuculuk taşır. Katı çekirdekle çelişen olguların varlığı örtbas edilir ya da geçiştirilir. Araştırmacının kaçınması gerektiği yolları vurgulayan olumsuz keşifin aksine olumlu keşif kuramın geliştirilmesini sağlayan konuları ve açıklayamadığı problemleri özel bir durum olarak programa dahil eder. Normal olmayan durumlar yardımcı hipotezler ve ad hoc (ek) açıklamalarla katı çekirdeğe uyumlu hale getirilir. (İstanbulEduTr/Modernliğin Sosyolojisi)
-Realist Rasyonalizm; Rasyonalizm ve empirizm konularında da Lakotos'un sentez arayışında olduğu ve bu noktada eleştiriyor olsa da Popper'a Kuhn'dan daha yakın durduğu söylenebilir. Lakatos bu anlamda, Popper'ın kimi görüşleriyle kendi temel savları arasında çelişmekle eleştirmiş olan Popperci çevreye dahil edilebilir. Onun girişimleri Kuhn'un varsayımlarını en önemli oldukları noktada yadsımaya yönelik olarak görünmektedir. Lakatos, birikimci bilgi anlayışıyla Kuhn'un paradigma kavramına da itiraz etmiştir. Feyerabend daha sonra Lakatos'ın önermelerini farklı noktalardan eleştirecek, Kuhncu görelikciliği uç noktalara taşıyacaktır. Lakatos'ın aksine Feyerabend bilimdeki teorilerin birbirlerini yadsıyarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Feyerabend onun rasyonalist eksenli düşüncelerini "realist rasyonalizm" olarak eleştirir. (Wikipedia/Imre Lakatos)
-Frankfurt okulu, Almanya'da 1923 yılında kurulan ve sosyoloji, siyaset bilimi, psikanaliz, tarih, estetik, felsefe, müzikoloji gibi farklı disiplinlerden insanları bir araya getiren Toplumsal Araştırma Enstitüsü'nün bir düşünce akımı olarak ifade edilmesidir. Okulun genel yaklaşım biçimi eleştirel teori olarak adlandırılmaktadır.
20. yüzyılın temel düşünce geleneklerinden birini temsil eden Frankfurt okulu, kapitalist sistem ve onun bir ürünü olarak görünen tüketim toplumuna karşı eleştirel bir tutum takınmıştır.
Okul, daha postmodernizm'in esamesinin okunmadığı erken bir dönemde, düşün dünyasına tüm postmodern tezlere kaynaklık edecek tohumlar atmıştır. Özellikle modernitenin ve modern toplum bağlamında kapitalist toplumun eleştirisi çarpıcıdır ve günümüzde normal karşılanan postmodern söylemin temeli olarak okunabilir. Örneğin moderniteyi aklı araçsallaştırma, aklı dogmalardan kurtarırken aklın kendisini dogmaya çevirmesi bağlamında eleştirmiştir. Yine kültür endüstrisi bağlamında, kapitalist topluma yoğun eleştirilerde bulunmuşlar, kapitalizmin tüm bireyleri birbirine benzeterek bireyi tek boyutlu kıldığını iddia etmişlerdir (bkz. Marcuse). Yaşayan en büyük temsilcisi aynı zamanda modernitenin bitmemiş bir proje olduğunu belirten Jürgen Habermas'tır.
-Jürgen Habermas (Haziran 1929-) Eleştirel kuram ve Amerikan pragmatizmi geleneğine mensuptur. Kuramında temellendirdiği kamusal alan (public sphere) kavramı ve iletişimsel eylemin pragmatizmi ile tanınır. Çalışmaları bazen Yeni-Marksist olarak adlandırılır. Özellikle, sosyal kuramın temelleri ve epistomoloji; gelişmiş kapitalist endüstri toplumu ve demokrasi analizi; eleştirel sosyal evrimci içerikte yasaların hükmü; ve çağdaş –özellikle Alman– siyaset üzerine odaklanır.
Modern liberal kurumlar içinde gömülü akılcı-eleştirel iletişim ve insanların iletişim, tartışma ve akılcı çıkarlar peşine düşme yeteneklerinde aklın olabilirliğine, özgürleştirilmesine yönelik kuramsal bir sistem geliştirmiştir.
|
|
-Jean le Rond de L'ALEMBERT (1717-1783) kısmi diferansiyel denklemleri ilk inceleyen bilim adamlarından biri olmuş ve akışkanlar mekaniği ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Gençliğinde pi sayısı hakkında çalışmalar yapmış ünlü bir bilim adamıdır. Aynı zamanda oran testinin mucididir. Dinamik eşitlik için aslında var olmayan "merkezkaç" kuvvetinin mucididir. Bu yöntem hareketli maddelerdeki ivme hesaplamalarını yaparken oldukça kolaylık sağlamaktadır.
-Leonard EULER (1707-1783) Onsekizinci yüzyılın en önemli matematikçisi İsviçreli bilim insanı matematiğin çok çeşitli alanlarını kapsayan çalışmalarına ek olarak varyasyonların kalkülüsü (Varyasyonel Hesaplama, 1744) ve diferansiyel geometri olarak iki yeni dalı geliştirmiş, Fermat tarafından etkin olarak başlatılan sayılar kuramındaki araştırmalara ivme kazandırmıştır. Pierre-Simon Laplace'a atfedilen bir ifade, Euler'in matematik üzerindeki etkisini ifade eder: "Euler'i okuyun, Euler'i okuyun, o hepimizin efendisidir." Carl Friedrich Gauss şunu belirtti: "Euler'in çalışmalarının incelenmesi, matematiğin farklı alanları için en iyi okul olmaya devam edecek ve başka hiçbir şey onun yerini tutamaz." Euler ayrıca yaygın olarak en üretken matematikçi olarak kabul edilir, 850'den fazla yayını 92 "quarto" ciltte (Opera Omnia dahil) alandaki herkesten daha fazla toplamıştır. Euler, Arşimet sabitini (bir dairenin çevresinin çapına oranı) belirtmek için Yunanca π (küçük pi) harfini popüler hale getirmek, ayrıca ilk defa bir fonksiyonun y-ekseni'ni tanımlamak için f(x) terimini kullanmak, √-1'e eşdeğer sanal kısmı ifade etmek için i harfini kullanmak ve toplamları ifade etmek için Yunanca Σ (büyük harf sigma) harfini kullanmakla tanınmaktadır. Halen Euler sayısı olarak bilinen doğal logaritma'nın temeli olan e sabitinin mevcut tanımını vermiştir. Euler, trigonometrik fonksiyonlar için modern kısaltmalar olan sin, cos, tang, cot, sec ve cosec kısaltmalarını kullandı.("Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011 ve Wikipedia/Leonard EULER)
19. yüzyılın sonlarına kadar cebir genel olarak sadece denklem teorileri barındırıyordu. (Wikipedia/Cebir)
|
|
18. yüzyılın sonuna doğru
-Joseph Louis LAGRANGE (1736-1827) fonksiyonlar kuramı ve mekanmik kuramı (Mechanique Anlatytique,1788) konularında çalışmalar başlatmış, yüzyılın dönüm noktasında
-Pierre Simon LAPLACE (1749-1827) gök mekaniği konusunda büyük çalışmasını (Traite de Mechanique Celeste,1799) yaptığı gibi Monge ve Lazare N. M. Carrot (1753-1823) da sentetik geometride temel gelişmeleri sağlamışlardır.
-Gaspard MONGE (1746-1818) ise tasarı geometriyi yaratmıştır. Metrik sistemin hayata geçirilmesine yardım etti. Soyut matematikte diferansiyel geometrinin babası olarak kabul edilebilir. École Polytechnique' in kurulmasında yer alan kişilerden biri idi. 1783'te hidrojen yanması ile su üretimi konusunda bir makale yazmıştır.("Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011)
-Joseph Louis LAGRANGE (1736-1827) ın Mecanique Analytique'i 1788 in başlarında, Newton'un Principa Mathematica'sının yayınlanmasından nerdeyse tam bir yüzyıl sonra ortaya çıktı. Newton'un sentetik geometri yöntemlerini Leibnizci hesabın analitik tarzında yeniden biçimlendirmeye çalışılan bir araştırma dizisinin doruk noktası oldu. Kaynakları Principa'da ortaya konan mekezi güçler fiziğinin çok ötesine uzanıyordu. Jacob Bernoulli, Daniel Bernoulli, Leonard Euler, Alexis Clairant ve Jean d'Alembert gibi kıta yazarları; kısıtlı etkileşim, akışkanlar, elastisiyet, malzemelerin mukavemeti ve makinelerin işleyişindeki sorunları araştırmak için yeni kavramlar ve yöntemler geliştirmişlerdi. Mecanique Analytique, kesin bilimde sonraki araştırmalar için temel bir referans haline gelen dikkate değer bir derleme çalışmasıydı. On sekizinci yüzyıl boyunca, analiz ve algoritmik hesaplama alanını genişletmeye, ileri matematiğin geometrik sezgiye ve diyagramatik yardımcılara bağımlılığını azaltmaya önemli bir vurgu yapıldı. Lagrange'ın yaklaşımının anahtarı, yeni ve hızla gelişen bir matematik dalında, varyasyonlar hesabında saklıydı. Bu konuyu mekaniğe uygularken 1755-1780 döneminde genlleştirilmiş bir koordinat kavramı geliştirdi; Lagrange Denklemleri. İncelemesinin temel aksiyomu, sanal çalışma ilkesinin genelleştirilmesi, selefleri tarafından ele alınan çok sayıda ve çeşitli sorunları araştırmak için birleşik bir bakış açısı sağladı.
Bilimsel incelmeler için alışılmadık bir yöntem olarak Lagrange her bölümde; önce konunun tarihsel gelişimine dair bir bakış açısı izledi. Yalnızca öncelik değerlendirmeleriyle değil, aynı zamanda bilimsel fikirlerin oluşumuna yönelik bir ilgiyle, birkaç yıl sonra kalkülüs üzerine yayımlanan bir kitapta; geçmiş matematiğe olan ilgisi üzerine yorum yaptı. Değeri az görünse de, unutulmuş yöntemlerle ilgili tartışmaların; 'analizin ilerlemesini adım adım izlememize ve karmaşık, dolaylı prosedürlerden, basit ve genel yöntemlerin nasıl doğduğunu görmeye' imkan verdiğini öne sürdü.
Tarihçi Newton Wise; Aydınlanma bilimsel düşüncesindeki 'denge' imgesinin yaygınlığına dikkat çekmiştir. Condillac'ın cebirsel analiz anlayışı, bir denklemin her iki tarafındaki terimlerin dengesini vurgulamıştı. Yüksek hassasiyetli terazi, Priestley, Black ve Lavoisier'nin kimyasal devriminde merkezi bir laboratuvar aracıydı. On sekizinci yüzyıl astronomisinin büyük başarısı olan Lagrange ve Laplace 'ın gezegensel bozulmalar teorisi, güneş sistemindeki çeşitli 'üç cisimli sistemler'in kararlılığını tespit etmekten ibaretti.
Ayrıca Newton'un bilimsel çalışmasının felsefe üzerinde büyük etkisi oldu. Biliminin ampirik doğası, felsefi sistemlerin yaratılmasına taşındı. Örneğin, İngiliz ampirik felsefe okulu Newton'un bilimsel başarılarından gelişti. Biraz farklı bir tarzda, Lagrange'ın çalışması, tüm insan bilgisini kapsayan bir 18. yüzyıl hareketinin önemli bir bölümünü oluşturan felsefi bir programın gerçekleştirilmesidir. Bu geniş hareket, İngilizce konuşulan ülkelerde Aydınlanma olarak bilinir hale geldi. Yaptığımız iddiayı anlamak için bu hareketin önde gelen temsilcisi Jean Ie Rond d' Alembert'in (1717-1783) düşüncesini anlatmak gerekir. D'Alembert, bir bilimin açık ve farklı matematiksel olarak formüle edilmiş doğal fenomen kavramlarından çıkarılması gerektiğini savundu. Ayrıca, ilkeleri mümkün olan en az sayıya indirildiğinde ve metodolojisi daha soyut ve genel hale geldiğinde bir bilimin tam olarak geliştiğini iddia etti. Mecanique'de Lagrange, bu programın ulaşılabilir olduğunu gösterir. Statiği tek bir formüle indirger ve aynısını dinamikler için de yapar. Her iki bilim de tek bir ilkeye, Sanal Çalışma Prensibi'ne dayanır. Lagrange, fenomenleri birbirine bağlayan yasaları daha da vurgular ve fenomenlerin nihai nedenini aramak için hiçbir girişimde bulunmaz.
Lagrange, Mecanique analizini genellikle Akıl Çağı veya Aydınlanma olarak adlandırılan bir çağda yazdı. Newton ve John Locke'un zamanından yaklaşık Lagrange'ın yaşamının sonuna kadar uzanan bir zaman dilimidir. Kabaca söylemek gerekirse, 1675 ile 1805 arasındaki zaman aralığıdır. Bu, tarihte olağanüstü bir dönemdir. Tanrı, tabiat, akıl ve insan gibi birbiriyle ilişkili kavramları kapsadığı için kolay anlaşılamaz. Bu dönemdeki görüş, Doğa'nın doğası gereği basit olduğunu savundu. Entelektüeller, düşünceyi birleştirecek tek bir ilke aradılar. Bu süre zarfında, bir sorunun çözümü, açık ve kesin ilkelerle ispatlanmadıkça tamamlanmış sayılmaz. Farklı ilkelerden yararlanan çeşitli yaklaşımların çözüm sağlayacağı kabul edildi. Açıktır ki, aynı sorunu çözmek için farklı ilkelerin kullanılması aynı sonucu vermelidir. Bu nedenle, bilimin çeşitli ilkeleri, biri doğruysa, geri kalanı matematiksel tümdengelimle türetilebilecek şekilde ilişkilendirilmek zorundaydı. Sonuç olarak, bu dönemde ilkelerin nasıl ilişkili olduğunu göstermeye ve çeşitli ilkeleri tek bir temel ilkeye indirgemeye yönelik bir ilgi vardır. Bu noktada, temel ilkenin deneyimden bağımsız olduğu gösterilebilirse, o zaman doğal fenomenlerin daha derin bir anlayışı bulunabilir. Bu görüşün basit bir örneği, Daniel Bernoulli'nin daha sonra statiğin temel ilkesi olarak alınan şeyin -Kuvvetlerin Bileşimi- deneyimden bağımsız geometrik bir gerçek olduğunu gösterme çabasıdır. Araştırmacılar, yalnızca deneysel gerçeklerin sıralanmasıyla değil, rasyonel bir bilim anlayışıyla da ilgilendiler. Bugün, bilimsel bir ilkenin kökünün deneyimde yattığına inanıyoruz.(Analytique Mecanique /Lagrange)
|
|
|
1822'de
-Jean Victor PONCELET (1788-1867) tarafından yazılan kitap; projektif geometrinin özgün pratik arazi geometrisinden bağımsız tam teşekküllü bir matematik disiplini olarak ele alınmasıdır. İcatların yapılabileceği teknik haline geldi ve onsuz makinelerin hatta sanayi devriminin bile mümkün olamayacağı söylenebilir. Her halikarda, 1600'lere gelindiğinde; hiçbir Batı Avrupalı sanatçı doğrusal geometriyi sağlam bir şekilde kavramadan uluslararası ölçekte rekabet etmeyi umud edemezdi. (Perspektif Tarihi)
-Büyük matematikçi Leonhard Euler hayatı boyunca boş zamanlarının çoğunu ilk kitabını adadığı müzikle geçirdi. Bölüm 9, onun müzik aralıklarının sıralamasını nasıl yeniden formüle ettiğini gösteriyor; majör akorlarla karşılaştırıldığında minör akorların daha fazla "hüzünlü" olması için matematiksel bir temel ima ediyor. Bu amaçla Euler, müzik aralıklarını ve akorları indeksleyen bir "uyum derecesi" tasarladı. Sayısal çarpanlara ayırma ve oranlar üzerine yaptığı bu çalışma, sayı teorisine olan ilgisinden hemen önce geldi. Yeni bir tür indeks tasarlayan Euler, Königsberg köprüsü sorunu ve çokyüzlülerin inşası gibi yeni konuları, şimdi topoloji dediğimiz şeyin temel kavramlarını ele alacak indeksler ortaya koymaya hazırdı. Bölüm 10'da açıklandığı gibi Euler ayrıca müzikal fikirleri ve ses ile analojileri ışığın dalga teorisine uyguladı. Sesle olan benzetmeyi, müzik teorilerine dayalı olarak hafif "üst tonlar" ve "alt tonlar"ı varsayacak kadar ileri götürdü, ancak alt tonlar herhangi bir deneysel gerekçeden yoksundu. Euler'in daha sonraki müzik yazıları, farklı akorların kullanımı aracılığıyla "antik" ve "modern" müzik üzerine düşüncelerini içerir. Ayrıca müziği popüler bilim anlatımının odak noktası olarak kullandı.
-Euler'in çalışmalarını temel alan Thomas Young, ses ve ışığın dalga teorisini geliştirdi. Bölüm 11, Young'ın Quaker ortamının kısıtlamalarına rağmen müziğe giden yolu nasıl bulduğunu anlatıyor. Müzik ve dansa olan yeni tutkusu, ses ve dil çalışmalarına ışık tuttu. Pek çok noktada ses anlayışı, ışığa yaklaşımını etkiledi ve şekillendirdi; buna, ışığın dalga doğasını belirleyen belirleyici deneyler de dahil. Young Mısır hiyerogliflerinin şifresini çözmeye yöneldiğinde sese ve fonolojiye güveniyordu. Işık dalgalarının enine doğası hakkındaki son önerileri bir kez daha ses ile karşılaştırmayı gündeme getirdi.
-12. Bölüm, Georg Christoph Lichtenberg, Johann Ritter ve Ernst Chladni'nin elektrik ve akustik üzerine iç içe geçmiş çalışmalarını inceliyor. Doğanın güçlerini birleştirme arayışı sıklıkla ses benzetmelerine dayanıyordu ve bu da yeni araçlar için elektriğe bakıyordu. Young'ın çalışmasının ardından dalgalar, elektrik sorunlarına yönelik yeni ve çekici bir açıklayıcı yaklaşım haline geldi. Doğrudan Chladni'nin ses figürlerinden yola çıkan Hans Christian Ørsted, "elektromanyetizma" adını verdiği şeyin sentezini keşfetti. Ørsted, eskiden ayrı olan elektrik ve manyetizma kuvvetlerine yeni bir birlik getirerek, Alman Romantik doğa felsefesi geleneği olan Naturphilosophie'nin birleştirici umutlarını ilerletti. Ses ve elektrik arasındaki bu diyalog Charles Wheatstone ve Michael Faraday'ı da etkiledi.
-Bölüm 13, bu olağandışı işbirliğinin Wheatstone'u telgrafı keşfetmeye ve Faraday'ı da elektromanyetik indüksiyon keşfinden hemen önce ve hazırlık aşamasındaki yoğun ses araştırmalarına nasıl yönlendirdiğini gösteriyor.
-14. Bölüm, Hermann von Helmholtz'un görme ve duyma konusundaki çalışmalarının onun müzik ve sanata olan derin ilgisinden nasıl yararlandığını ele alıyor. Bu sanatlar ve onların ilgili duyuları arasındaki diyalog, onun olası deneyim “uzaylarına” yönelik araştırmalarını güçlü bir şekilde besledi.
-15. bölüm daha önce matematikçi Bernhard Riemann tarafından ele alınan çok boyutlu manifoldlarla bağlantılıdır. Riemann'ın kulağın mekanizması üzerine tamamlanmamış çalışması, Riemann'ın hipotezlerine ampirik bir temel sunmak için ses ve renk çalışmalarını kullanan Helmholtz'un sonraki tepkisini etkiledi. Einstein dünya geometrisini şekillendirmek için bu sonuçlardan yararlandı.
Aynı zamanda spektrumların incelenmesi kürelerin müziğini atomik seviyeye getirdi.
-16. Bölüm, G. Johnstone Stoney ve Johann Balmer'in element spektrumlarındaki düzeni arayışının akustik temellerini araştırıyor. Balmer'in hidrojenin spektral çizgilerine ilişkin temel formülü, müzikal önvarsayımlardan ve analojilerden ortaya çıktı. Sonraki yıllarda Max Planck, 1894'te kara cisim ışınımı çalışmalarına başlamadan hemen önce karmaşık bir armoniyi araştırdı. Her ne kadar Helmholtz "doğal" akortun eşit mizaç geleneğine galip geleceğini varsaysa da, Planck'ın korolarla yaptığı performans deneyleri bunun aksini gösterdi. .
-17. Bölüm, Planck'ın şaşırtıcı müzik bulguları ile daha sonra siyah cisimlerin evrensel spektrumunu belirlemek için tanıttığı rezonatörlerin "koro"su arasındaki ilişkiyi anlatıyor.
Planck'ın Werner Heisenberg gibi meslektaşları sıklıkla müzik deneyimlerinin fizikle ilişkilerinin biçimlendiricisi olduğunu düşünüyorlardı.
-18. bölümün gösterdiği gibi, müzikle ilgisi olmayan Erwin Schrödinger bile dalga mekaniğini formüle ederken kendisini müzikal analojilere güvenirken buldu. Sicim teorisinin devam eden gelişimi, titreşim matematiğini yeniden devreye sokuyor; ancak sicimlerin gerçekliği, benzetme üzerine inşa edilmiş benzetmelere dayanıyor. Pisagor'un uyum teması, her ne kadar armonileri giderek daha duyulmaz hale gelse ve matematiksel formalizmine giderek daha fazla gömülse de, çağdaş fizikte gücünü koruyor. Öyle olsa bile, bu uyum arayışı, on yedinci yüzyıl civarında "yeni felsefe"deki köklü değişimlerden önce geldi ve onları başardı. Matematik ve fizik, hem eski hem de modern, esas olarak müzikal kavramlarla yakından bağlantılı olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bu kavramların sürekliliği, genel olarak "bilimsel devrime" atfedilen değişikliklerden daha önemli olabilir. Kışkırtıcı bir şekilde ifade edersek, bu “devrim”, doğa felsefesinin temel projesinde bir değişiklikten çok, dünyayı müzikalleştirmeye yönelik eski projenin restorasyonu ve güçlendirilmesinde bir aşama olabilir. Umuyorum ki bu kapsayıcı müzikal temaları öne çıkarmak, yıkıcı "devrimler" ve "paradigma değişimleri"ne dayanan standart açıklamalarla karşılaştırıldığında bilimi yeni bir ışıkta görmemize olanak sağlayacaktır.5
|
|
18. yüzyılda Newton'un kurduğu mekanik birçok bilim adamı tarafından Calculus öğrenilerek ve yeni formüller geliştirilerek ileriye götürülmüştü. Matematiksel analizlerin ve problemlerin rasyonel mekaniğe uygulanmasıyla klasik mekanik isimli bilim dalı ortaya çıkmıştır. (Wikipedia/Fizik_tarihi)
-Leonard EULER (1707-1783)
-17. yüzyılda Aydınlanma Çağı'nda aklın başat konumu ve bilimsel bilginin akıl yoluyla inşa edilme süreci hakim olmuştur.
Bilimsel yöntem ve rasyonel düşünme ilkelerinin bilimleri ortaya çıkarması ve teknolojik gelişmeleri etkilemesine olanak sağlamıştır;
-Buharlı makine, Sanayi Devrimi'nin en önemli gelişmelerinden birisidir.
-1763'te James Watt, İskoçya'da buharla çalışan makineyi bulmuştur. Bu makinenin gelişmiş biçimi, makine çağının gerçek başlangıç noktasını oluşturmuştur.
-1807'de Robert Fulton adındaki Amerikalı buharlı makineyi gemilere uygulamıştır. 1840'ta ilk düzenli okyanus ötesi buharlı gemi seferleri başlamıştır.
-1812 tarihinde buharlı makine ilk kez lokomotiflerde kullanılmaya başlanmıştır.
-1844'te Samuel Morse Amerika Birleşik Devletleri'nde ilk ticari amaçlı telgraf servisini hizmete sokmuştur.
-1876'da Alexander Graham Bell telefonu icat etmiştir.
-Tarım teknolojisinde gelişmeler başlamıştır. Almanya bu alandaki gelişmelere öncülük etmiştir. Almanlar pancardan şeker çıkarma tekniğini keşfetmişlerdir. Bir başka Alman kimyager suni gübreyi bulmuştur. 1834'te bir Amerikalı mühendis bir biçerdöveri icat etmiştir. Tarımsal üretimde yaşanan bu hızlanma sonucu 1870'lerden sonra konserve yiyecek imalatı hızlı bir biçimde artış göstermiştir.
-1830 ve 1860 yılları arasında İngiltere'de daha etkili maden tasfiye yöntemlerinin geliştirilmesine paralel olarak kömür üretimi hızlı bir artış göstermiştir. yüksek demir ve çelik talebi bu yöntemler sayesinde kolayca karşılanabilmiştir.
Bu üretim sayesinde 1800 ve 1830 yılları arasında köprü, kanal, demir yolu gibi inşaatlar hızla artmıştır.
-1850'lere kadar genelde İngiltere'nin tekelinde olan Sanayi Devrimi, bu tarihten sonra tüm Avrupa'yı ve Amerika Birleşik Devletleri'ni etkisi altına almıştır. Günümüzde ise gelişmekte olan ülkelere doğru bir yönelim gözlenmiştir.
|
|
|
19. yüzyılın başlangıcı, modernitenin ortaya çıkışında bir dönüm noktasıydı. 1800 yılında, dünyanın zenginliği yaklaşık olarak bin yıl öncesine kadar aynıydı; Çin’in zenginliği tüm Batı dünyasından daha fazlaydı; ve dünya nüfusunun yüzde 2'sinden azı şehirlerde yaşıyordu. Bugün, iki asırdan biraz daha uzun bir süre sonra, dünyanın serveti altı kattan fazla arttı; Batı'nın bu servetteki payı neredeyse yüzde 75'tir; ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 50'si şehirlerde yaşıyor.
1800 civarında önemli olaylar bu radikal dönüşümü serbest bıraktı. Avrupa Aydınlanması, özellikle doğa, bilim, akıl ve eşitlikçilik üzerindeki vurgusu, sömürge dünyasında dolaştı ve sonunda küresel hayal gücünü ele geçirdi. İki büyük toplumsal devrim - Amerikan ve Fransızlar - Aydınlanma'yı politik biçime çevirdi. Yeni yolu çizen yeni demokrasiler yarattı. Bu da monarşik kurumu, her ne kadar dolambaçlı ve düzensiz olsa da, ulus-devlet (nasyonalizm) ile değiştirdi. Ve hepsinin merkezinde, Sanayi Devrimi, özellikle de çırçır makinesinin icadı, küresel bir ticari ekonomiyi, tüketici mallarını küresel ekonomik sistemin yeni odağı yapan bir seri imalat sanayi ekonomisine dönüştürdü. Bunun daha küçük sonuçlarından biri; bir küresel inşaat patlaması ve bununla birlikte mimarinin amaçları ve biçimleri ile ilgili yeni bir duyarlılığın sürekli olarak ortaya çıkışıydı.
Ama bu hala gelecekti; kendi zamanında tüm bu dönüşüm daha aşamalıydı ve çelişkilerle doluydu. Avrupa hâlâ öncelikli olarak uzak küresel topraklardan servet biriktirmeye yönelmişti; kendi tarihsel kimliği henüz süreksiz olaylara dayanıyordu ve açık kader duygusu daha yeni ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, örneğin, eşitlikçilik çağrısı, köleliğin ve sömürgeciliğin savunmasıyla birlikte yaşadı: Jefferson’un Virginia’daki evi, hem bir Neoklasik ütopyacılık modeli hem de bir kölelik alanıydı. Aydınlanma, ideal ile gerçeklik arasındaki çatlakların bir sonucu olarak, yavaştı. Demokrasilerin kurulması endişe ve belirsizlikle karşılandı, çoğu ülke temsili demokrasi ile imtiyazlıların yönetiminin devamı arasında bir denge arıyordu. Napolyon, Fransız Devrimi'nin ideallerini yaymak için savaştı, ancak aynı zamanda kendisini hükümdar olarak taçlandırdı. ABD Anayasası, Temsilciler Meclisi'ni Senato ve Yüksek Mahkeme ile dengelemeye çalıştı; İngiltere ve Prusya, monarşiyi Aydınlanma ideallerine uyarlayarak devrime karşı çıkmak için çok çalıştılar.
Aydınlanma ütopyacılığı, aristokratik ayrıcalığın süregelen gelenekleri tarafından, doğrudan seçilmese bile, genellikle hafifletildi. Bu, genellikle Neoklasik olarak bilinen bir mimari üretti, tarihi birçok dönüş aldı ve bazı durumlarda daha muhafazakar duruşlara doğru geri çekilindi. Bununla birlikte, Fransız mimarlar Claude Nicholas Ledoux ve Étienne-Louis Boullée tarafından izlenenler gibi daha güçlü ve katı bir Neoklasizmin izleri 1800'den itibaren tüm Avrupa'da bulunabilir. Rönesans döneminde kayıp bir geçmişten yeniden öğrenme arayışı olarak başlayan klasisizm, şimdi kökleri Avrupa merkezcilik olarak cezalandırılan ayrıcalıklı bir kültürel zorunluluğun iddiası olarak ortaya çıktı. 1829'da Yunanistan'ın Osmanlı işgalinden kurtarılması, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nde değil, Almanya ve İskoçya'da ve İngiliz Hindistan'ında da güçlü bir yeni-Yunan hareketi doğurdu. Mimarlar, Barok mimarisinin zevk aldığı formların kasıtlı oyununu değil, orijinal klasik deyimlerin mantıklı ve ilkeli bir yeniden canlanmasını vurgulamaya başladılar.
Klasisizmle rekabet ederek, doğaya ve klasik olmayan mirasa, yani Gotik'e yeni bir ilgi ortaya çıktı. Romantikler, özellikle İngiltere'de, daha spesifik bir İngiliz mirasını tanımlama arayışında geçmişten alternatif anlatılar aradılar. Beowulf'un ilk olarak 1818'de, tek bir el yazmasında "keşfi", iki yüzyıl boyunca bilim adamlarının koleksiyonlarında görmezden gelinen bir merak olarak kaldıktan sonra, kısa sürede bir İngiliz ulusal destanı olarak görülmeye başlandı. Protestan Prusya İmparatorluğu'nun başkenti Berlin'de, Goethe ve Schiller'in beğenilerinden etkilenen mimar
-Karl Friedrich Schinkel (1781–1841), milliyetçiliğin bir ifadesi olarak daha katı bir klasisizm yaratmaya çalıştı. Alman Romantik hareketi, doğayı ilahi olanın bir tezahürü olarak tasavvur etti. Ressam Caspar David Friedrich, mistisizm ile melankoli ve yalnızlık duygusu arasında gidip gelen meditatif manzaralar yarattı. Goethe ve Schiller, milliyetçiliği eski Yunanistan'ın ideallerine bağlayarak Alman hareketine, siyasi kurumların ve sosyal düzenlemelerin idealleştirilmesini vurgulayan Fransa milliyetçiliğinden farklı bir tenor verdi. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, beyefendi mimar Thomas Jefferson, erişebildiği en iyi klasik bilgilere dayanarak Virginia'da bir üniversite tasarlarken, Charles Pierre L'Enfant, Washington DC'de dünyanın ilk modern demokratik cumhuriyetinin başkentini düzenledi. Güçler dengesi fikri ile kentsel gösteriyi birleştirmek için eksenel planlamayı kullanan kentsel vizyon.
Aynı zamanda klasisizm, mimari için her zaman -doğada, ilkel medeniyetlerde veya evrensel "bilim" de- daha saf kökenleri arayan daha keskin eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Fransız Cizvit rahibi Marc Antoine Laugier, siyaset filozofu Jean-Jacques Rousseau'nun teorik iddialarını yeni bir mimari teoriye dönüştürdü. Mimari çevrelerde tüm bunlar, 1753'te Marc-Antoine Laugier'in Essai sur l'architecture adlı eserinin yayınlanmasıyla ortaya çıktı. 1775'te İngilizceye çevrildiğinde, mimari üretimin doğası hakkındaki tartışmaların bir parlama noktasıydı. Doğa insanı asil yaptıysa, Laugier için bu asaleti temsil eden Amerika'nın "vahşileriydi". Diğer "gerçeklikler" de arandı; J. L. Durand (-Jean-Nicolas-Louis Durand (1760–1834), Étienne-Louis Boullée'nin öğrencisi ve École Polytechnique'de (1794'te kurulmuş) profesör, çalışmaları bir nesilden fazla etkili bir ton oluşturur.), onları ayrıcalıklı başlangıç noktaları olarak kabul etmek yerine,
çağdaş mimari ile klasik antik çağ arasındaki tarihsel ilişkiye standart Neoklasik vurguyu reddetti ve bunun yerine klasik antik çağın bile ebedi geometri ilkelerine göre düzenlenmesi gerektiğini savundu. (Durand'ın ilk olarak 1802'de yayınlanan kitabı Précis, yarım asır, tüm Avrupa'da kullanılan bir referans kitap haline geldi.) Geleceğin kendisini yansıttığı zemin olarak Piktüresk ve Romantik tarih mefhumlarından farklı olarak Durand’ın mimarisi çarpıcı bir şekilde “modern” idi ve programın devletin hizmetindeki önceliğinde ısrar ediyordu. -Eugène-Emmanuel Viollet-le-Duc, çeliği açık bir malzeme olarak kullanan ilk kişi olurken, Étienne-Louis Boullée, Isaac Newton gibi akıl adamlarının düşüncelerini somutlaştıran bir dizi teorik çalışma yayınladı. (A Global History of Architecture)
İngiliz Mimar -A.W. Pugin'in Contrast'ı (Tezatlar), mimarlık tarihinin muhtemelen en etkili ve kayda değer kitaplarından biridir. Yazar, daha başlık sayfasında o yılların genel eğilimine karşı çıkar ve mealen 'Dünyayı neoklasik üslupların morfolojik argümanlarında temellenerek değil, Gotik Çağ'daki toplumsal sorumluluk kaygılarıyla inşa edin.' mesajını verir. 'Ortaçağ gerek toplumsal gerekse mimari anlamda daha insacıldı, bugünün dünyası ne kadar hoyrat ve adaletsiz.' (Mimarlık Düşünmek-Uğur Tanyeli)
-Amerikan Devrimi'nin ardından Orta ve Güney Amerika'daki Latin Amerika kolonileri de bağımsızlık ilan etmeye başladı. Fransızlara karşı başarısız Haitili köle devrimi (1791-1804) bir ilkti ve zamanının çok ilerisindeydi. Napolyon 1808'de İspanya ve Portekiz'i işgal ettiğinde, Latin Amerika kolonileri Latin Amerika bağımsızlık hareketine biraz ivme kazandırmak için bu fırsatı kullandı. Portekiz monarşisi, Portekiz'in Napolyon tarafından işgali sırasında Brezilya'ya taşındı. Mahkeme Lizbon'a döndükten sonra, Brezilya'da kalan genel vali 1822'de bağımsızlığını başarılı bir şekilde ilan etti. Bununla birlikte, genel olarak, Latin Amerika'nın ulus devletlere geçişi çalkantılıydı ve bir dizi uzun süre önce neredeyse yarım yüzyıl alacaktı. İç savaşlar, istikrarlı yönetimlerin kurulmasına izin verecek kadar yerleşti. Yirmi yıl boyunca bu eski koloniler başarısızlıkla birleşik bir federasyon kurmaya çalıştılar. Sonunda, bugünün Güney Amerika'sının ayrı uluslarına yerleştiler.
-ABD Bağımsızlık ve Anayasa Bildirgesi yazıldığında, yazarları, tüm idealizmleriyle, muhtemelen köleliğin düşüşte olduğuna ve doğal bir şekilde biteceğine inanıyorlardı. Tütün tarlaları aşırı kullanımdan tükendi, köle isyanları yaygındı ve plantasyon genişletmeleri için finansman gittikçe azaldı. Yeni basılan Birleşik Devletler'in tarıma dayalı zenginliğinin çoğunluğunu oluşturan Güney eyaletleriyle yüzleşmek istemeyen Kurucu Babalar, kölelik konusunu tarihin insafına bıraktılar. Ve tarihin de göstereceği gibi, güç için suya, kömüre ve buhara güvenmek zorunda kalan Sanayi Devrimi, köleliğin ekonomik değerini daha önce hiç olmadığı kadar canlandırdı. Ham pamuğa olan talep hızla artarken, Amerika'nın Güneyindeki köle tarlaları zenginleşti. Manchester ve Liverpool gibi İngiltere'nin en eski endüstriyel üretim şehirlerinde bile medeniyet, kırsal tarımın sonunu işaret eden yeni bir endüstriyel işçi sınıfı kültürü yarattı. Sanayileşme ile birlikte endüstriyel altyapılar - hepsi eldeki en yakın malzemeler kullanılarak, hizmet hızına ve boyutuna göre inşa edilen fabrikalar, limanlar, depolar ve tersaneler - ve kentsel vatandaşlıkla başa çıkmak için tasarlanmış ilk kamu kurumları geldi: hastaneler, hapishaneler ve akıl hastaneleri.
-Düşünce, siyasal düzen ve ekonomik üretimdeki bu temel dönüşümün ortasında, Avrupalı güçler, daha önce hiç görülmemiş türden bir kolonyal genişleme projesini de başlattılar. Yolu İngiltere açtı. Amerika'nın bağımsızlığa “kaybı”, her şeyden önce, İngiliz tüccarların artık tekelci haklardan yararlanmadıkları ve Amerikan ürünleri için piyasa fiyatı ödemek zorunda oldukları anlamına geliyordu. Bu hala oldukça geçerli bir teklif olsa da, İngiliz hükümeti Amerika kayıplarını telafi etmek için Eski Dünya'da agresif bir genişleme politikasına karar verdi. Batı Avrupalı güçlerin baharat ticaretinde Osmanlı ve kuzey İtalya'nın boğulmasına alternatifler aradıkları ilk sömürgecilik döneminden farklı olarak; şimdi, 18. yüzyılın sonlarında, Avrupalı güçler yükselişteydi, Amerikan kolonilerindeki plantasyon ticaretinden elde edilen zenginlikle aynı hizadaydı ve Sanayi Devrimi tarafından destekleniyorlardı. Özellikle İngiliz savaş gemileri, derin okyanusları büyük ölçüde tartışmasız seyretti. Zamanın büyük kolonyal öyküsü, İngilizlerin, iki yüzyıl boyunca yalnızca kıyı limanları inşa etmeyi denedikten ve başardıktan sonra, birkaç on yıl içinde Hint alt kıtasının çoğunu ele geçirebildikleri beklenmedik kolaylıktı. Babür İmparatorluğu geriledikçe, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin memurları giderek daha cesur hale geldi ve yerel yöneticilerle karşılaşmalarında olağanüstü başarılar bulmaya başladı. Bütün bunlar tam olarak İngiliz kuvvetlerinin ana kadroları George Washington’un devrimci güçleri tarafından Fransızların da yardımıyla defalarca yenilgiye uğratıldığında gerçekleşti. İki ordunun zıt performansları İngiliz halkının hayal gücüne sahipti ve İngiliz hükümeti, Hindistan'ı Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı bir sömürge olarak geliştirmeye karar verdi. 1773'te Kraliyet, özel İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin faaliyetlerini denetlemek için Hindistan'ın ilk resmi genel valisini atadı ve bununla birlikte, saldırgan bir tutumun peşinde koşarken, Aydınlanmanın sözde en iyisini Hindistan'a getirme çabası olan Raj'ı başlattı. İngiliz değirmeni ve ticaret hedeflerini beslemek için ticaret politikası. Bir zamanlar bir bataklık olan Kalküta (şimdi Kolkata), İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin yeni keşfedilen zenginliği tarafından, sıvalı kolonyal hükümet yapıları ve konaklar inşa ederek Londra ile rekabet etmeye çalışan devasa bir liman kentine dönüştürüldü.
-Bu arada Doğu Asya, özellikle Çin, ekonomik olarak ilerlemeye devam etti. Qing hanedanı yönetimindeki Çin, Tibet, Türkistan ve Moğolistan'ı fethederek sınırlarını eski usul şekilde genişletti. Boyut, nüfus, üretim ve ham zenginlik bakımından eşi benzeri yoktu. Cesur düşünen hükümdarı Qianlong İmparatoru, Hint kökenli chakravartin ideali etrafında birleşmiş bir pan-Asya imparatorluğu yaratmayı hedefliyordu. Birkaç din ve dilin resmi olduğunu ilan etti. (Napolyon da Fransız Devrimi'nden sonra aynısını yaptı.) Qianlong İmparatoru'nun yeni başkenti Chengde'yi inşa ederken kasıtlı olarak taklidi kullanması, pan-Asya dünyasının merkezi olarak, Çin vizyonu oluşturmanın ideolojik yeniliğinden kaynaklanıyordu. Ayrıca, 5 milyondan fazla Çinli köylünün Sichuan Eyaletine taşınmasını içeren büyük bir tarım reformu politikası gerçekleştirdi. Çinli köylü, zamanına göre teknolojik olarak ilerlemişti ve son derece hareketliydi, klişeleşmiş taşralı Batılı çiftçi kadar toprağına bağlı değildi. Yüzyılın sonlarında Çin gelecek Batı'da stereotipik olarak geleneğe bağlı ve can çekişen olarak görülüyordu, ancak 1800'de Çin hala küresel kıskançlığın hedefiydi.
-Çin, Avrupa ve Avrupa kontrolündeki kolonilerin dışında, mimari olarak gelişmeye devam eden ancak çok farklı şekillerde olan iki alan daha vardı: Japonya ve Tayland. Japonya'da, Çin'deki gümüş akışının neden olduğu tahribata tanık olan Tokugawa şogunları, genişleyen kolonyal dünyanın erişimini katı bir şekilde düzenlemeyi amaçladılar; Nagasaki limanına yalnızca bazı Çin ve ara sıra Avrupa gemilerinin girmesine izin verildi. Aynı zamanda, Shogunate Japan, Kabuki tiyatrosu için orta sınıfın “modern” mimarisini geliştirerek, kendisini dahili olarak dönüştürmeye çalıştı. Asla sömürgeleştirilmemiş olan Tayland, tam tersine, ödünç alınan unsurları bölgesel olarak geliştirilmiş uygulama biçimleri içinde birleştirerek Batı etkisine kendini açmaktan fazlasıyla istekliydi. Bu anlamda, 19. yüzyıl şehirciliğinin hikayesi yalnızca Washington, DC gibi yeni şehirleri ve Berlin, Londra, Paris, Dublin ve Atina gibi eski şehirlerin yeniden tasarlanmasını içermemelidir; aynı zamanda, ne Avrupalılar tarafından kolonileştirilmiş ne de gelenek adına kapatılmış bir şehirde modern Güneydoğu Asya mimarisine bir bakış sağlayan Tayland'ın yeni kurulan başkenti Bangkok.
-Napolyon, Avrupa'daki Yahudileri ilk kurtaran oldu. Bununla ve çeşitli Yahudi reform hareketlerinin kurulmasıyla birlikte, uzun süredir bastırılmış bir faaliyet olan sinagoglar inşa etmek için küresel bir hareket ortaya çıktı. A Global History of Architecture
19. yüzyıl ilerledikçe, geriye dönük olarak modern ya da modernist olarak tanımlanabilecek temsil biçimleri, kurumları ve tarzları sonunda birleşmeye başladı. Ama bu uzun zaman aldı.
19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Avrupa ve Amerika'nın yeni ulus devletleri, modernitenin kurumlarını ve bunlara eşlik eden sosyal, politik ve ekonomik pratikleri tasavvur etmek ve kurmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gelişen kolonyal sanayi ekonomisi yavaş ama istikrarlı büyümeyi besledi. İngilizlerin deniz üzerindeki üstünlüğü gelişmeye devam etti ve yüzyılın sonunda İngiltere, dünyanın dört bir yanındaki toprakları kontrol eden baskın küresel güçtü. Diğer Avrupa ülkeleri İngilizlerle rekabet etmek için çabalarken, dünyanın geri kalanı sömürge dünyasının yeni küresel zorunluluklarına uyum sağlamaya ve bunlara meydan okumaya başladı. Aynı zamanda, endüstriyel yoğunlaşmanın toplumsal bedeli daha belirgin hale geldi - eski kırsal ekonomilerin yıkımı; kitlesel, geçim düzeyinde çalışan sınıfların geliştirilmesi; ve kentsel nüfustaki hızlı büyüme - kendilerinden aniden beklenen hizmetleri sunmak için üzücü bir şekilde hazırlıksız olan şehirler. Ruskin, Morris, Marx ve Engels ve benzerleri gibi bir eleştiri korosunun eşlik ettiği kentsel ayaklanmalar, yeni şehirle başa çıkmak için tasarlanmış bir dizi yeni kentsel kurumun kurulmasıyla karşılandı. İlk defa, artık kamu sektörü işleri olarak kabul ettiğimiz işler - hastaneler, itfaiye istasyonları, mahkemeler ve benzerleri gibi - Avrupa belediye organları tarafından üstlenildi. Kısa süre sonra, bu kurumlar çalışmalarıyla ve şehirleriyle gurur duymaya başladılar ve şehrin kimliğini bir sivil alan olarak oluşturmaya çalışan daha büyük bayındırlık işleri inşa etmeye başladılar. Özellikle kutlananlar, yeni ekonomiye gerekli insanları ve malları taşıyan tren istasyonları; şehrin yeni, daha kamuya açık bir içtihadını ifade eden hukuk mahkemeleri; ve eğitimli yurttaşlığın yeni fikirlerine hitap eden müzeler. Kütüphaneler ve tiyatrolar gibi halkın anlamını tartışan yeni halk toplulukları kurulmaya başlandı; ve herkesin erişebileceği nihai demokratik sivil alan olarak, şehrin ortasındaki büyük şehir parkı, kentsel deneyimin merkezi bir parçası haline geldi. Bu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri için geçerliydi ve 1850'lerde, Manhattan'da, Central Park'ın yaratılmasının öncülüğünü yaptığı, peyzaj mimarı Frederick Law Olmsted tarafından Avrupa eğitimli bir mimar olan Calvert Vaux ile işbirliği içinde tasarlandı. Central Park, aslında eski göçmen gecekondu bölgesi ve gecekondu yerleşimleriydi, kısa sürede müreffeh bir şehrin imzası olarak devasa bayındırlık işleri fikrini somutlaştırmaya başladı, ancak parkın şehrin kalbi anlamında tam olarak kurulması için yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesi gerekiyordu.
-Mimari ifade açısından, 18. yüzyıl - modernliğin yeni kurumlarını en iyi ifade eden spesifik Avrupa mirası olarak Greko-Romen klasik idealinin yeniden ifade edilmesini savunan -aydınlanma ideali büyük ölçüde hakim olmaya devam etti. Bununla birlikte, klasisizm ve klasik yeniden canlanmanın eleştirmenleri vardı. Özellikle Arts & Crafts hareketinin savunucuları, bir mimari tarzın gerçek ifadesinin geçmişte olduğu gibi yalnızca el işçiliğinin ifadelerinden türetilmesi gerektiğini hissettiler ve daha Gotik esintili bir kelime dağarcığını tercih ettiler. Tüm tarzlardan kaçınan erken modernist görüşler de su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Bu tartışmadaki önemli bir parlama noktası, dünyanın şimdiye kadar düzenlenen ilk fuarı olan Hyde Park, Londra'daki 1851 Büyük Sergisiydi. Sonunda, mühendis Joseph Paxton tarafından tasarlanan devasa çelik ve cam pavyonu nedeniyle Kristal Saray Sergisi olarak hatırlanan bu etkinlik, İngiliz mallarına olan küresel talebi göstermeyi amaçlıyordu. Bunun yerine, Arts and Crafts meraklıları bu ürünü, bu malların kalitesizliğini sergileyen ve onların yerine kolonilerin egzotik el yapımı yerli mallarını öven siyasi bir gösteri yapmak için kullandılar. Göstericiler, Britanya İmparatorluğu'nu, sömürgelerinde olduğu gibi, İngiltere'de de el sanatlarını ve zanaat etiğini korumaya çağırdı. Sonuç olarak, Sanat ve El Sanatları devrimi Arts & Crafts, geçim kaynaklarını ve çalışma yöntemlerini yeniden düşünerek yaşamları kökten değiştirmeyi amaçlayan ilk gerçek küresel dönüştürücü hareketlerden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri'nde, Sanat ve El Sanatları etiği, her zaman estetiği değilse de, kısmen orijinal bir Amerikan mimari ifadesi yaratmaya çalışan, Amerikan istisnacılığının yeni ortaya çıkan duygusuyla beslenen, tüm mimari keşiflere nüfuz etti. Zanaat temelli ideal, önemli ölçüde Avrupa stillerinin türevi olsa da, bu arzuyu karşıladı. H.H.Richardson'un çalışmasında ve McKim, Mead & White'ın bazı erken çalışmalarında bulunabilen güçlü rustikleşme duygusu ve detaylara ve süslemeye gösterilen özen bu bağlamda anlaşılabilir. Ve elbette, kolonyal Hindistan'da beyaz bir adamın ev alanı olarak başlayan ancak daha sonra sömürge dünyasına ve özellikle iyi yaşamın sembolü olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne yayılan bungalov, zanaat estetiğinin bir ifadesi olarak geniş çapta yayıldı.
-Bununla birlikte, Sanat ve El Sanatları meraklıları Arts & Crafts, kolonyal Bayındırlık İşleri Departmanının temelini oluşturan standardizasyona karşı el sanatlarını koruma ve canlandırma çabalarının bir parçası olarak, kolonyal Hindistan'da ilk tasarım okulları setini inşa ettiler. Bu süreçte, Babür binasını ve estetik geleneklerini açıkça modernize etmeyi amaçlayan, Indo-Saracenic olarak bilinen yeni bir mimari tarz icat ettiler. Bu, eski bir askeri mühendis olan Albay Swinton Jacobs'un düzenlediği Jaipur gibi sözde ilkel eyaletlerin bazılarında özellikle popülerdi.
Yeniden kullanılmak üzere hazırlanmış Hint stillerinin bir kataloğunun bir parçası olarak devasa Jeypore Mimari Detaylar Portföyü (Jeypore Portfolio of Architectural Details). Amerikan İç Savaşı (1861–65) sırasında Güney limanlarının Yankee'ler tarafından abluka altına alınması, İngilizlerin ham pamuğu, pamuk üretimi için uygun volkanik toprağa sahip olan Batı Hindistan'dan temin etmesine neden oldu; bu, Bombay'ın (şimdi Mumbai) büyük bir liman olarak kurulmasıyla sonuçlandı. Süveyş Kanalı, İngilizler tarafından öncelikle Bombay'dan Manchester'daki pamuk fabrikalarına geçişi kısaltmak için açıldı. Pamuk ticareti, yeni mimarisi ile İngiltere'deki mevcut, Sanat ve El Sanatları (Arts & Crafts) trendlerine uyacak şekilde, elbette, Venedik Gotik tarzında inşa edilen Bombay'a yeni bir zenginlik getirdi.
-Bununla birlikte, farklı bir sicilde, katı klasisizm eleştirisi aynı zamanda eklektizme, yani Avrupa tarihinden ve ötesinden çok çeşitli mimari tarzların takdir edilmesine ve ustaca yeniden kullanımına yol açtı. Mimari dillerin siyasi ideolojiden çok malzeme ve estetik meselesi olduğu şeklindeki eklektik iddia, özellikle mimarın, 19. yüzyılın sonlarında, doktorlar ve avukatlar gibi, bağımsız bir profesyonele dönüşümünü müjdeledi. Profesyonelleşme hamlesi Paris merkezli oldu. 19. yüzyılda İngiltere’nin hâkimiyetine rağmen Paris, zamanın yeni kentsel kültürünün daha etkili bir modeliydi. Merkezi, İkinci İmparatorluk döneminde ve III.Napolyon döneminde baştan aşağı yeniden inşa edildi ve Avrupa ve dünyadaki kentsel tasarımların yeni modeli haline geldi. Örneğin Arjantin'in ihracatı büyük ölçüde İngiltere'ye gitmiş olabilir, ancak konu caddeler ve kamu binalarını tasarlamaya geldiğinde, Arjantin'in seçkinleri Paris modellerine yöneldi. Fransız Güzel Sanatlar, burjuva zarafetini profesyonel uzmanlıkla (İkinci İmparatorluk tarzı olarak da bilinir) birleştiren bir ses olarak, başlı başına bir uluslararası hareketti. École des Beaux-Arts neredeyse bir yüzyıldır zaten var olmasına rağmen, 19. yüzyılın sonlarında, söylemi geçmişin centilmen mimarlarının oturma odaları ve yatak odalarından uzaklaştırarak, mimari düşüncenin merkezi haline geldi. Bileşimsel stratejileri - son derece eksenel, eklektik ve çerçeveli gösterinin üretimine odaklanmış - o sırada ortaya çıkan yeni kentsel dünyanın ifadelerini somutlaştırmaya başladı. Beaux-Arts estetiği yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika'da değil, aynı zamanda Japonya, Arjantin ve Çin de dahil olmak üzere dünyanın diğer birçok yerinde küresel-kolonyal dünyanın uluslararası standardı olarak yaygın bir şekilde benimsenmiştir.
-Güzel Sanatlar idealinin etkili bir tezahürü, Güzel Şehir (City Beautiful) hareketiydi. Chicago merkezli mimar Daniel Burnham'ın son derece başarılı 1893 Chicago Dünya Fuarı gösterisi'nin demir yumrukla üretmesiyle başladı. Binaların tümü beyaza boyanmışken, Burnham'ın vizyonu, monokromatizm ve özellikle de beyaz monokromatizm, mimariyi tarihin ağırlığından başarıyla kurtardı ve önemli olanın yalnızca kompozisyon olduğu, ebedi bir şimdiye bağlandı. Washington DC'deki National Mall 1901'de bu ilkelere göre yeniden tasarlandığında, Burnham vizyonu bir hareket haline geldi ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki şehirler tarafından benimsendi. 1905'te Burnham, daha yeni ABD toprakları haline gelen Manila için de bir teklif hazırladı.
-1900'e gelindiğinde, daha geniş küresel etki alanıyla Avrupa'nın bölgesel genişlemesi tam da zirvesindeydi. Güneydoğu Asya ve Çin'deki İngiliz başarıları, Hindistan üzerindeki devam eden hakimiyetinin yanı sıra, sömürgeleştirilmiş nüfus için bazı küçük yerel temettüler ödeyen bu bölgeler arasında yeni bir ekonomik göç alanı başlattı - Chettinad konakları örneğinde olduğu gibi - ve bu sürerken kar Londra'ya geri döndü. İngilizler ayrıca, hammaddelerin çıkarılmasını sağlamak ve üretilen malları dağıtmak için demiryolları etrafında düzenlenen kapsamlı, faydacı altyapılar inşa ettiler. İmparatorluk Bayındırlık Bakanlığı, kendi başına bir mini orduyu komuta ediyordu.
-Ancak yeni Avrupa sömürgeci genişlemesinin en önemli parçası, Afrika kıtasının trajik toprak gaspıydı. Avrupa silahlanmasına karşı büyük ölçüde savunmasız olan Afrika, şimdiye kadar hinterlandına dair bilgi eksikliği nedeniyle korunmuştu. Doğru haritacılık gerçek boyutunu ortaya çıkardığında, tüm büyük Avrupalı güçler ellerinden gelen her şekilde Afrika topraklarına sahip çıkmak için acele ettiler. Afrika toprak kapması, 19. yüzyılın kolonyal merkezindeki meşhur karanlık kalbi özetliyor. Eski sömürge güçleri -İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler ve Hollandalılar- uzak kıyılara hâkim olmaya devam ederken, geri kalan Avrupa ülkeleri, sömürge oyununa geç gelenler, özellikle Almanlar, Belçikalılar ve İtalyanlar, Çoğunlukla Afrika'da hala “mevcut” olan toprakları ele geçirdiler. Afrika, 1884'te Berlin'de düzenlenen bir konferansta tam anlamıyla bölündü. Ve yine de savaşlar oldu. Güney Afrika, daha önceki Hollandalı yerleşimcileri İngilizlerle karşı karşıya getiren, yeni keşfedilen maden zenginliği ile, özellikle tartışmalı bir ödüldü.
-19. yüzyılın sonlarında, Otto von Bismarck yönetimindeki Almanya, özellikle zenginlik ve güç bakımından İngiltere ve Fransa'ya yetişmeye ve onları geçmeye kararlıydı. Bismarck, Almanya’nın üretiminin İngiltere’nin üretimine bir nesilden daha kısa sürede rakip olduğunu gören agresif bir sanayileşme sürecinden geçti. 20. yüzyılın başlarında Almanya dikkate alınması gereken önemli bir güçtü. İngiltere ve Fransa gibi yerlerde daha önceki söylemlere hâkim olan uzun üslup ve modernite tartışmalarından biraz kurtulmuş olan 19. yüzyılın sonlarında Almanya, yeni başlayan modernizm vizyonunu somutlaştırmaya çalıştı. Bu nedenle, Peter Behrens'in, Deutsche Werkbund'un fabrikaları ve betonun yeni kullanımları, Beaux-Arts akademilerinden çok Amerikan fabrikalarına ilham kaynağı oldu.
-Almanya’nın, çok uzaktaki bir kolonyal imparatorluğun (ve bir Birleşik Devletler’in geniş rezervleri olmadan) avantajı olmadan, kendisini kolonyal olmayan büyüme modelleri arayan dünyanın diğer bölgeleri için bir model haline getirmedeki başarısı; Özellikle Japonya, Almanya'yı rol model olarak aldı. Bir kolonyal beklemek, Japonya’nın seçkinleri, Bakafu yasasının eski uygulamalarından ve saldırıdan bıkan hükümdar şogunluğuna karşı bir isyan düzenledi. Sonuçta ortaya çıkan 1868 Meiji Restorasyonu, batı bilgi, beceri ve kurumlarını Japonya'ya ithal etmek için agresif bir şekilde çalıştı ve Japonya'yı Avrupa'nın sömürge genişlemesine karşı, ekonomik ve endüstriyel bir güç olarak konumlandırdı.
Kaçınılmaz bir şekilde, bu zamanların dönüm noktası olan 1. Dünya Savaşı idi Almanya, Eski Dünya imparatorluklarıyla - Avusturya-Macaristan ve Osmanlı - işbirliği içinde, sömürge zenginlikleri üzerinde güçlenen bir dünya ile savaşa girdi. Sonuç, uzun bir çıkmazdı ve silah geliştirmek için yeni endüstriyel teknolojilerin her iki tarafında da yaygın olarak kullanılması nedeniyle özellikle kanlı bir durumdu. Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçları, sanayi öncesi, sömürge öncesi dünyanın tüm kalıntılarını kalıcı olarak ortadan kaldırdı ve nihayetinde sömürge dünyasının ölümünü bile heceledi. Bundan sonra, endüstriyel teknolojiler ve sermaye hüküm sürdü ve tüm dünya kararlı bir şekilde ulus-devlet olma yolunda ilerledi. Mimari olarak konuşursak, bu dönüşümler, modernliği ve kendine özgü yeni bir mimari modernizm arayışını sağlam bir şekilde sürücü koltuğuna koydu. Yeni Milletler Cemiyeti için 1926 yarışması, bu yeni dünya düzeninin çekişmelerini somutlaştırdı.
-Birleşik Devletler’in 20. yüzyılın küresel ekonomik süper gücü olarak ortaya çıkışı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kesinleşmiş görünüyordu. Endüstriyel gücü, geniş doğal kaynakları ve fırsat duygusu ona belirleyici bir avantaj sağladı. Chicago ve New York gibi şehirlerinin yeni gökdelenleri, endüstriyel biçimlerinin yanı sıra, çeşitli neoklasik kıyafetler giymiş olsalar da, yeni malzemelerin, yapıların ve yaşam tarzlarının olanaklarını çoktan göstermişlerdi. Frank Lloyd Wright, yeni malzemelere ve kendi kara temelli tarımsal-kırsal yaşam tarzı vizyonuna dayanan süslemelerle tamamlanmış yeni bir mimari düzenin nasıl ifade edileceğine dair kapsamlı bir vizyona sahip ana Amerikalı figür olarak öne çıktı. Avrupa'nın ilk modernistlerinden neredeyse tamamen izole edilmiş bir ortamda çalışan Wright, vizyonunu önce Wisconsin'de, ardından Amerika'nın Güneybatı ve Japonya'sında ana hatlarıyla belirlemeye başladı ve daha sonra kapsamlı, "organik" bir estetik olarak tanımlayacağı şeyi araştırmaya başladı; tasarımın tüm yönlerini entegre eden düzen - resim, mobilya, mimari, süsleme, peyzaj ve hatta şehircilik. Kaynakları çok çeşitliydi ; Richardson ve Sullivan doğrudan etkiyle, Amerika çayırları bağlam bazında, Kelt dünyası kişisel bağlantıyla ve Kolomb öncesi ve Japon krallıkları yakınlıklarıyla, Avrupa modernist ortamından boşanmış olan Wright, potansiyeli hâlâ yerine getirilemeyen alternatif bir modernist evren inşa etti.
-Bununla birlikte, 20. yüzyılın başlarında Amerikan mimarlık akademisi, yine de, Avrupa'da olduğu gibi, Güzel Sanatlar öğretisinin hakimiyetindeydi. Buna, özellikle 1919'da Almanya'da Walter Gropius liderliğindeki Bauhaus'un kurulmasıyla birden fazla cephede kesin bir şekilde meydan okundu; Rusya'daki Komünist devrimden sonra yeni Sovyetler Birliği'nin komünist ideallerini ifade etmek için çok çeşitli modernist deyimlerin kesintiye uğraması ve 1917'den itibaren Paris'ten çıkan, İsviçre doğumlu mimar ve ressam Le Corbusier'nin kübist esinli yazı ve projeleri.
-Almanya'da tasarım söylemini kararlılıkla yeniden başlatmaya çalışan Gropius’un Bauhaus'u, başlangıçta, özellikle Art Nouveau ve Ekspresyonizm(Dışa vurumculuk) olmak üzere, erken dönem modern Alman ve Viyana söylemlerinden güçlü bir şekilde etkilenmişti. Johannes Itten gibi figürlerin öğretim kadrosunun merkezinde yer aldığı erken dönem Bauhaus, yeni bir modern estetiğe giden bir yol bulmak için bir tür duygusal mistisizm de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklara baktı. Ancak, 1925'te Dessau'ya taşındıktan kısa bir süre sonra, Bauhaus, özellikle Gropius'un yeni okul binası ve yatakhane tasarımıyla somutlaşan katı bir makine estetiğine titizlikle adanmış oldu.
-Sovyet dünyası açık arayla çok çeşitli ve deneyseldi. Aktif olarak yeni biçimler, deyimler ve ideolojiler icat etmeye çalışıyordu. O zamanlar insanlık için cesur yeni bir keşif sahasi gibi görünüyordu. Modernist fikirleri sınırlarına zorlayan Sovyetler, Konstrüktivistler, Süprematistler ve aksine Rasyonalistler gibi kasıtlı olarak avangart başlıklar altında gevşek gruplar halinde toplandılar. Keşifleri ve önermeleri, mimari düşüncede, çeşitliliği henüz tam olarak açıklanmaya başlanan birçok yeni saha geliştirdi.
Ancak yeni bir çağın doğuşunu ilan eden en yüksek sesli ve en ayırt edici zil, 1920'lerde yeni bir modernizm için odaklanmış bir gündem hakkındaki fikirlerini bir dizi kitap ve kavramsal projede yayınlayan Le Corbusier tarafından Paris'te çalındı, en çok etkili olan "Vers une Architecture", İngilizceye "Towards a New Architecture" olarak çevrildi. Vers une Architecture, net ilkeler, aforistik iddialar ve yeni bir mimarinin "beş noktası" gibi tablo haline getirilmiş ilkelerle tanımlanan, kısa ve öz bir modernizm vizyonu sundu. Le Corbusier, bunları, Paris'in mimari dokusunu kristal kulelerle değiştirmek gibi dramatik teorik projelerle ustaca destekledi; bu, uluslararası hayal gücünü hızla yakalayan ve güçlü tepkilere yol açan Le Corbusier'yi ikonik bir konuma taşıdı.(A Global History of Architecture)
|
|