"Akıntıya Rağmen Mimarlık; Modernim Sonrası İçin Bir Eğitim Fikri" adlı çalışmamda belirttiğim üzere, mimarın, günün sosyo-ekonomik koşullarından etkilenmeden, özgün bir tasarım dünyası kurup, geleceğe bu bağlamda yön verebilen bir bakış açısına sahip olabilmesi, sosyolojik, antropolojik ve felsefe tarihindeki zamansal konumundan, dünya üzerindeki coğrafi (kültürel) yerinden haberli veya kısmen haberli olarak, özgün, olası, sürdürülebilir yeni bir hayat tasarımı şekillendirebilmesi için bilmesi, öğrenmesi gerektiğini öğrendiğim konuları bu sayfada derlemeye çalıştım. Aşağıda göreceğiniz gibi bu konular, Vitruvius, Platon, Aristoteles ve Farabi 'den alıntılar ile oluşturulmuştur ve dizinlenmiştir.

Bu derleme, yaptığım araştırmalardan mümkün olan en kısa detaylar ile büyük resmi görebilmek, hakim olunması gereken bilgilerin bir haritasını çıkarabilmeyi amaçlamaktadır. Konular hakkında daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyen mutlaka internetten ve kitaplardan araştırmaya devam edebilir.

Herhangi bir yanlışlık veya düzeltilmesi gerektiğini düşündüğünüz bir konu olursa lütfen bir elektronik posta göndermeyi ihmal etmeyiniz. Saygılarımla, Oğuz Coşkun elektronik posta: ouzcoskun@gmail.com

Zaman İçinde İnsan Nüfusu

Human Population Over Time

As I stated in my work "A Post-Modernist Education Idea for Architecture & Design", the architect's ability to establish a unique design world without being affected by the socio-economical conditions of the day and to have a perspective that can shape the future in this context is sociological, anthropological and philosophical. In this page, I tried to compile the subjects that I learned that the Architect should know and learn in order to shape an original, possible and sustainable new life design, informed or partially informed about the Architect's temporal position in the history of the world and its geographical (cultural) place in the world. As you will see below, these topics were created and indexed with quotations from Vitruvius, Plato, Aristotle and Farabi.

This page aims to be able to see the big picture with the shortest possible details from the researches done, and to draw a map of the information that needs to be mastered. Those who want to have more detailed information about the subjects can continue to research from the internet and books.

If there is any mistake or something that you think needs to be corrected, please do not neglect to send an e-mail. Best regards, Oğuz Coşkun e-mail: ouzcoskun@gmail.com

 
  V4.0 Sürümünü ouzcoskun.com/FDBM4/ bağlantısında bulabilirsiniz.   You can find the Version 4.0 @ ouzcoskun.com/FDBM4/  

VITRUVIUS 'UN "Mimarlık Üzerine On Kitap"ta BELİRTTİĞİ MİMARIN ÖĞRENMESİ GEREKENLER:

WHAT THE ARCHITECT SHOULD LEARN: In Vitruvius's "De architectura (On architecture, published as Ten Books on Architecture)"

PLATON ve ARİSTOTESLES'e GÖRE ÖĞRENME SÜRECİNDE BU BİLİMLERİN SINIFLANDIRILMASI;

CLASSIFICATION OF SCIENCES IN THE EDUCATION PROCESS ACCORDING TO PLATO AND ARISTOTESLES;
MİMARLIK TARİHİ

KURAMSAL

Theoretical

KILGISAL (PRATİK)

 Practical

UYGULAMALI

Applied

Bu bölümde bulunamayan bazı detaylar, Kitabın yeni baskısında bulunabilir.

Bir milyon yıl boyunca insanlar avcılık, yiyecek toplama ve balık tutma yoluyla yaşadılar. Bu avcı-toplayıcılara sonradan vahşi, barbar ve ilkel dendi. Zamanlarının % 40'ını avlanarak ve yiyecek toplayarak, geri kalanını sosyalleşerek, dans ederek, yemek pişirerek ve dinlenerek geçiriyorlardı.İlk mimari kulübeler, içinde yaşamak için değil, daha çok dışarıda yaşadıkları için depo idi. MÖ 25000-15000 buz çağında insan küresel bir fenomenle karşı karşıya kaldı: buz çağının aşırı soğuğu. Bu yüzden uzun bir mağara yaşamından sonra evler ve tekneler inşa etmek için ahşap kullanmaya başladılar.

Kaynak: A Global History of Architecture

FARABİ'ye GÖRE BU BİLİMLERİN ÖĞRENİLMESİ İÇİN İZLENMESİ GERKEN SIRA;

THE SEQUENCE TO BE FOLLOWED FOR THE EDUCATION OF THE SCIENCES ACCORDING TO AL-FARABI;

FELSEFE

Philosophy

MATEMATİK

Mathematics

ASTRONOMİ

Astronomy

SANAT - MÜZİK

Art and Music

UYGULAMALI BİLİMLER

Applied Sciences

Felsefe, erdemlerin öğrenilmesi ve aklın doğruya, iyiye ve güzele yönelebilmesi.

Philosophy, the virtues and 
guiding the mind to the right, 
the good and the beautiful.

Önce soyut düşünme ve sonrasında geometri ile mantıklı düşünme.

Abstract thinking first and then 
logical thinking with geometry.

Varlıkların devindiği sistemi ve düzeni anlama ve bu düzen içersinde kendi yerini idrak edebilme.

To understand the order of 
the system in which beings 
are in move and to self location.

İfade ve iletişim.

Expression and Communication

Uygulama

Application
       
 

Tahmini nüfusu 170 milyonu bulmayan Antik Çağ'a kadar olan dönemde tarımın, M.S.1582'de kabul edilen Gregoryen Takvimimize göre; M.Ö.10000 yıllarında başladığı kabul ediliyor. Yazı'nın başlangıcı ise M.Ö. 4000 -2000 arası Sümer uygarlığında görülmektedir. Yazının bulunması ile kayıtlar tutulmaya başlanınca, tarih de başlar. Mağara resimleri ile başlayan yazı, daha sonra resimlerden oluşan sembollere dönüştü ve Mısır, Hitit ve Çin'de hiyeroglif ve hece yazısı olan pictografi oluştu. Harflerden oluşan ilk alfabe; Suriye civarına yerleşen, kültürlere ticaretle aracılık yapan Fenikeliler tarafından icat edildi ve daha sonra Yunanistan, Roma ve Avrupa'ya yayıldı. M.S.1500'lerde Çin'de kağıdın bulunmasından önce; taş, seramik parçaları, metaller, ahşap, kemik parçaları, kil tabletler, papirüs ve bunun gibi yapraklar üzerine yazıldı. Yazının iletişim aracı olarak kullanılmasından önce muhtemelen sözlü kültürde iletişim ve kültürel birikim; masal, mitoloji, destan, efsane, folklör gibi hikayelere dayanıyordu.

 

 

Tarım ile nüfusu 10000 yılda bir milyondan 170 milyona vardığı tahmin edilen insan, mevsimlere bağlı kalınca takvim kullanmak zorunda kalır. Depolanan ekinlerin, arazilerin, günlerin, ayların hesaplanması matematik ve geometrinin, bitkilerin ve hayvanların evcilleştirilmesi biyolojinin doğumuna, ekinlerin depolanması ve barınma, sosyalleşme ihtiyacı mimarlığın gelişmesine katkıda bulunur. İlk astronomik yapısal düzenler ortaya çıkar.

MÖ 9000-3500 Nabta Playa'da zamanı mevsimlere göre organize etmek için Göbeklitepe ve Stonehedge, ritüel merkezleri olarak inşa edilen ilk sitelerdi.

M.Ö. 7400 ÇATALHÖYÜK Duvarları kerpiç ve ahşaptan, sıvalı, av sahneleri, tekstil desenleri ve manzaralarla süslenmiş, sokakları olmayan dikdörtgen evler. Görünüşe göre zamanla bazı evler, evden çok kavimlerinin ataları, atalarının yaşayış biçimlerinin kayıtları olarak, tarih yazımı gibi türbeler olarak kullanıldı.

 

M.Ö. 5000 TELL es-SAWWAN İçleri alçı ile süslenmiş geometrik planlı evler, sazlarla karıştırılmış çamurdan yapılmış tuğlalar (kerpiç). Ticaret ve zanaat, çanak çömlek, tahıl, inşaat malzemeleri ve metal nesneler bir ekonomi yaratıyor. ERIDU VE URUK IRAK Sulama kanalları ve nehirlerin kontrolü. Şehirler çoğunlukla ticaret için ithalat-ihracat merkezleriydi. Ticari işlemlerin, hukuk ve arşiv sistemlerinin kayıtlarını tutmaya başlarlar. Mezopotamya mitolojisine göre insanlar tarafından değil tanrılar tarafından yaratılan kentlerin yükselişi. Rahip sınıfı, yalnızca yiyecek kurbanları ve ritüel etkinlikler yoluyla tanrılarla doğru iletişimden sorumlu değildi, aynı zamanda güçlerini sahnelemek için giderek daha büyük binaların mimarlarıydı. İnsanların kutsanması seçkinler tarafından başlar. Büyük mezarlar ve tapınaklar. ÖN ve ERKEN MISIR HANEDANLIĞI Nil Nehri nüfusunun artması, tarıma ve teknolojiye bağlı zenginlik hiyerarşiyi besledi. Mimarlık, insanları bir araya getiren tapınaklar yerine, seçkinler ve yöneticiler için yaşamdaki ve ölümden sonraki rahatlıklarını birbirine bağlayan müze tipi evler inşa eden kültürel bir hizmet oldu.

 

M.Ö.4800-1200: Tarımsal evcilleştirmeden önce, Avrupa kültürlerinde Mimarlık, kabileler ve mevsimlik kutlamalar için toplanma-tören ve ticaret yerleri, hatta ölenler için anma tören yerleri inşa etti. Taşlar doğal şekilleri ve boyutları ile kullanılmıştır. Avrupa'nın kıyı şeritleri, nehirler ve sıradağlardan oluşan karmaşık coğrafyası, kendisini Mısır, Çin ve Hindistan'dakiler gibi tek bir uygarlık birimi olarak düzenlemesini olanaksız kılıyordu. Ayrıca, tahılı kuzeye farklı iklim bölgelerine nakletmenin zorlukları nedeniyle, Avrupa ancak MÖ 3500 civarında tam olarak yerleşti. Avrupa kültürleri tarımsal evcilleştirme tarihi olmadan geliştiğinden, onların odak noktası, bu tür bilgilerin zorunlu olarak aktarıldığı anaerkil aile tarihlerine değil, dış dünyayla ilişkili engelleri aşmak ve kendi yaşamlarını tanımlamak için toplulukları savunma veya savaş için bir araya getirebilecek klanlar üzerindeydi. Bu, Avrupalıların neden çok sonrasına kadar bir tapınak kültürü ya da daha karmaşık bir rahip kültürü geliştirmediğini açıklıyor.

 
HELENİSTİK DÖNEM ÖNCESİ FELSEFE ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK

-GOTAMA BUDA, MÖ 563-483 Her ne kadar Hindistan'daki çileci gelenkelerle başlayan aydınlanması, daha sonra kendi özgün yolu ile gerçekleşmiş ise de, kendi felsefesi belli bir dönem sözlü kültürdeki hikayeler ile aktarıldığından ve sonradan yazılı olarak geliştirildiğinden dolayı tam olarak kendisine mal edilememektedir ve ancak kendi öğretisinden yola çıkıldığı söylenebilir. Buda'nın öğretisinden yola çıkıldığı iddia edilen birçok felsefe mevcuttur. Akıl yolu ile kişinin algılanan dünyadan ve etkilerinden kurtularak gerçeğe ve zihinsel özgürlüğe ulaşması olarak özetlenebilir. Bu dönemde, aydınlanma kavramını öne sürmesi, hem zamanı aşan bir felsefe olarak, hem de nüfus yoğunluğunun belli bir noktaya ulaşması sonucu oluşan toplumsal koşullara çözüm arayışı açısından önemli olabilir. Buda'ya göre kurtuluş insanın ders almak amacı ile tekrar tekrar geldiği bu dünyada bir daha yaşamaya ihtiyacı kalmayacak şekilde olgunlaşmasıdır.Yoga ve meditasyon gibi tekniklerle önce duygu ve duyularına hakim olan akıl, sonra kendi aklına hakim olan özne ve daha ötesi olarak kısaca tanım kazanabilecek bu olgunlaşma süreci; daha sonra M.S. 900 lerde Al-Farabi'nin varlıkları 'akılların biri birlerinin üstünlüklerine' göre sınıflandırdığı ontoljisindeki akıllar nazariyesinde (kuramında), ve daha sonra, 1900 lerin ilk yarısında, M. Merleau Ponty'nin 'varlığımız cinsel, mekansal ve zamansal değildir' tanımında karşılaştığımız düşünce yapısında kendini gösterdiğini düşünmek mümkün görünüyor.

-KONFÜÇYÜS (M.Ö. 551-479) Yunanistan'daki, Helenistik dönem öncesi filozoflardan önce, temel görüşü erdemli insan ve uyum içinde yaşayan toplum olan bir felsefe öne sürmüştür. Bu ideale ulaşabilmek için; erdemli insanı tanımlamak ve onun ortaya çıkmasına yardımcı olmak gerekiyordu. Öğretisinde öteki dünya, tanrı, ruhlar, doğaüstü varlıklar ve benzeri kavramlar ve olgular yer almaz. Bu bakımdan ele alındığında Grek Felsefesindeki Sokrates'e benzer yaklaşımlar sergilemiştir. 

Batı tarafından Konfüçyüs olarak bilinen filozof K'ung-fu-tzu, uygun davranış ilkelerine dayanan bir etik felsefe önerdi. Konfüçyüsçülükten önce Çin hükümdarları, güç ve ceza arasında doğrudan bir ilişki olduğunu varsayan ilkelerle yönetiliyordu. Konfüçyüs, iyi yönetişimin geleneklere bağlı kalmakla bağlantılı olduğunu savundu. İdeal Konfüçyüsçü adam, katı bir özeleştiri ve kendini yenileme yoluyla otorite hakkını kazanmak zorundaydı; müzik ve sanat ekimi de önemliydi. Zhou yöneticileri, 'ritüeli' aristokrat davranışın bir işareti olarak kullanıp Konfüçyüs'ün bazı fikirlerini devletin dini uygulamalarına dahil etmeye başladılar.

HELENİSTİK DÖNEM ÖNCESİ - MÖ 323 DOĞA FİLOZOFLARI Mitos (efsane, sözlü kültür) dönemidir. Bu dönemde bilgi, yaratılışa,varlığa ve insana dair anlatıla gelen efsanelerdir ve sezgi yoluyla elde edilir. Öğrettiklerinin akla dayalı muhakemesi yapılmadan kabul edilmemesi gerektiğini de öğrettiği halde Buddha'nın öğretilerinin Felsefe kabul edilip edilmeyeceği günümüzde tartışma konusudur. Konfüçyus da dahil olmak üzere Yunan aydınlanması veya okulundan önceki öğretilerin, akıl temelli olup olmamaları ile ilgili olarak aynı şekilde Felsefe sayılıp sayılmayacakları aynı tartışmanın konusudur. Muhtemelen Thales ve Pisagor'un matematik sayesinde soyut düşünce dünyasının kurulmasına sebep olmalarından önce, özellikle felsefenin diğer disiplinlerden ayrı, bağımsız olarak ele alınmadığı Arkaik dönemde (M.Ö.800-480) disiplinler arasındaki sınırlar henüz gelişmemişti ve bu nedenle daha sonra filozof olarak tanımlanan düşünürler de pratik arayışlara girdiler: Andrea Nightingale onları "pragmatik (faydacı) ve polimatik (hezarfen)" olarak nitelendiriyor. Örneğin ilk filozof kabul edilen

-THALES (M.Ö.624-545) astronomi, mühendislik, politika, tarım ve ticaret konularında yeteneklerini sergilemiştir. İlk filozoflardan olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. İyonya Aydınlanmasının başlatıcısı olarak bilinir ve Eski Yunan'ın Yedi Bilge'sinden ilkidir. Ticaretle uğraşmış ve bu nedenle Mısır'da bulunmuştur.

Uygarlık, içinden bir parçası koparılıp alınamayacak bir süreklilik olarak incelendiğinde; dünyanın çeşitli bölgelerinde ve kültürlerinde karşılaştığımız 'uyanış' (rönesans) veya 'yeniden doğuş' dönemlerinin, kendinden önceki, farklı bölge ve kültürlerdeki gelişmelerden 'tercüme' yolu ile, önce bir öğrenme süreci, daha sonra bu edinilen bilgilere bir katkı süreci halinde seyrettiğini söylemek mümkün olabilir. Bu bağlamda 'Yunan Uyanışı' olarak adlandırabileceğimiz bu dönemin kaynakları Hititler vasıtasıyla Anadolu'ya gelen Sümer bilimine, Akdeniz'de yaptıkları ticaret ile ün salmış Fenike'lilere ve özellikle daha sonra Yunan'da ve Roma'da kullanılmaya başlanan Fenike alfabesine ve Mısır'a dayandırılmakta olduğundan söz edebiliriz.

Kaynak: 'Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü' - Hilmi Ziya ÜLKEN -1935

-PYTHAGORAS (Pisagor)(M.Ö.570-480) döneminin sözlü kültür, efsane, mit dönemi olması bakımından hakkındaki bilgiler tamamen efsanelere dayanır. Ancak kendisi ve okulunun etkisi daha sonraki yazı ve öğretilerde görülür. Örneğin; Aristoteles, Platon'un felsefesinin büyük ölçüde Pisagorcuların öğretilerine bağlı olduğunu belirtir. Ayrıca Platon, matematik ve soyut düşüncenin felsefe, bilim ve ahlak için güvenli bir temel olduğu fikrini Pisagor'dan ödünç almış olabilir. Doğadaki herşeyin soyut matematik, sayılar üzerine kurulduğu düşünülmektedir.

Quadrivium

-HERAKLİTOS (MÖ 535-475) Herşeyin özünün ateş olduğunu düşünmüş, en üstün erdem olan bilgeliği de ateş ile ilişkilendirmiştir. Logos ve görelik kavramlarını öne sürmüştür. Herkalitos'a göre değişmeyen tek gerçek değişimdir ve aynı suda iki defa yıkanılamaz.

-PARMENİDES (MÖ 515-460) Ezeli ve ebedi olan bir'in herşey olduğunu düşünen Parmenides, duyuların sanrı yarattığını ve gerçeğin bu kalıcı olan Bir olduğunu iddia eder. Mistik Parmenides akılsal ve duyusal ayrımı yapmışsa da bilgilerini sezgisel olarak yeraltı dünyası tanrıçasından aldığını söylemiştir. Parmenides'e göre diyalektik, salt kavramlarla düşünme yöntemidir.

-ANAKSAGORAS (MÖ 500-428) Nous (Kozmik akıl, Cosmic Mind) kavramını, herşeyi hareket ettiren akıl, herşey içinde herşey olarak tanımladı. Duyularımızın bize gerçeği gösteremeyeceğini düşünmüş olan Anksagoras, görünen şeylerin, görünmeyen şeyler hakkında bilgi verebileceğini iddia eder.

-DEMOKRİTOS (MÖ 460-370) Bilinçli bir materyalist yaklaşımla, algılama ve düşünmeyi, vücuttaki en ince, en hafif ve en düzgün ateş atomlarının hareketi olarak izâh eder.

İnsanın doğa yasalarını araştırmada kullanabildiği, salt aklın ürünü olan matematik, deneye başvurmadan gerçekleri keşfedebildiği gibi, deneysel yaklaşıklılık sınırları içinde, her zaman doğrulanabilen bir bilimsel bilgi sistemidir. Sayma, ölçme ve hesap ihtiyacına cevap verebilmenin ötesinde, sadece matematik için matematik ve kuramsal matematik çalışmaları da vardır. Ulaştığı sonuçların kesinliği ve zorundalığı matematiği diğer bilmlerden ayırır. Aritmetik sayılarla hesap yapmak, Cebir ise sayıları ifade eden harfler veya semboller ile hesaplama ve denklem çözmek olarak tanımlanabilir. Sayılar teorisi, geometrik hesaplamaları ve analizi de içerir. Trigonometri üçgenlerin açıları ve kenarları arasında bağlantılar yolu ile hesap yapmaktır. Karışık veya Karmaşık sayı, bir gerçek bir de sanal yapıdan oluşan tanımlardır. Başlangıçta sonsuz küçük hesap veya "sonsuz küçüklerin hesabı" olarak adlandırılan kalkülüs, geometrinin şekillerle çalışması ve cebirin aritmetik işlemlerin genellemelerinin incelenmesi gibi, kalkülüs sürekli değişimin  matematiksel çalışmasıdır.

Tarihsel süreçte ilk olarak Mezopotamya, Amerika, Çin ve Hindistan'da tarım için zaman ölçümü ve takvim, daha sonraları, ticaret ve arazi hesaplamaları için sayılar ve sayı sistemleri (10'lu, 12'li, 60'lı v.b.g) ve geometri başlamıştır. Astronomi, gemi yapımı, tarım arazi ölçümleri ve mimarlıktaki ilerlemeler trigonometri, alan ve hacim hesapları, denklem çözme, kök bulma konularının başlangıcını M.Ö. 2000 lere kadar götürür. Farklı coğrafya ve kültürlerde üretilen farklı sayma ve ölçme sistemleri ancak 1800 lerden sonra ortak dil, birim ve tanımlara ulaşabilmiştir.

Babillilerin M.Ö. 1800-1650 tarihlerinde, Samos'lu Pythagoras'ın doğumundan bin yıl kadar önce, Hintlilerin M.Ö. 800-600 yılı dolaylarında, Pisagor teoreminde haberdar oldukları keşfedilmiştir. Mezopotamya ve Mısır matematiği ile beslenen Yunan matematiği M.Ö 450'lerden itibaren bağımsız bir gelişme çizgisine girmiştir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Astronomi en eski ve insan düşüncesinin gelişmesine en çok katkıda bulunmuş olan bilimdir. Günlük yaşamın gerektirdiği zaman ölçümü, takvim hazırlama, tarım ve denizcilik uğraşları, ayrıca da nehir taşkını, mevsim rüzgarları gibi dönemsel (periyodik) doğal olaylara karşı önlem alma gibi gereksinimlerden doğmuş ve Yeniçağ'ın başlarına kadar müneccimlerin yalan yanlış inançlarının tekelinde kalmış bir bilimdir.

Kaynak: Zeki Tez - Astronomi ve Coğrafyanın Kültürel Tarihi

Eski inasanların dairesel tarzda dikmiş oldukları dairesel megalitlerin (Nabta Playa, Stonhedge M.Ö. 3000ler) astronomik gözlem amacıyla kullanıldıkları sanılmaktadır. Eski çağlarda astronomide ilerlemiş uygarlıklardan bazıları Çin, Hint, Sümer, Babil, Mısır, Toltek, Zapotek ve Maya uygarlıklarıdır. Rig-Veda'da Güneş'in hareketine bağlanan 27 takımyıldızdan ve 13 bölümlü zodyaktan sözedilir. Mayalar ise teleskopları olmadıkları halde Venüs'ün evrelerini ve tutulmalarını tam olarak saptayabilmişlerdi.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Astronomi

-M.Ö.2000'ler Mezopotamya'nın UR kentinde, gözlemlenen ay tutulmasına ilişkin kayıt tutuluyor; Mısır ve Mezopotamya'da ilk güneş ve ay takvimleri ortaya konmuştur. Babil takvimi, 12 kameri aydan oluşan ve yıllık bir ay-güneş takvimidir. Babil'de kullanılan takvim, hem kamerî (ay) ve hem de Güneş esaslı olarak düzenlenmiştir.

-HESİODOS (M.Ö. 7.yy.) Erga Kai Hemerai (İşler ve Günler / Çiftçinin El Kitabı) adlı ünlü eserinde denizlerde seyrüsefer ve tarımsal etkinliker için pratik astronomi bilgilerine yer veriyor.

Kaynak: Zeki Tez - Astronomi ve Coğrafyanın Kültürel Tarihi

-THALES (M.Ö. 624-545) Herodot'a ve Eudemos'a göre (28 Mayıs MÖ 585'te gerçekleştiği kabul edilen) Güneş tutulmasını önceden hesaplayıp haber vermiştir. Bu hesabı mevcut bilgisiyle yapamayacağı, Babil'e seyahat ettiği ve o sırada edindiği bilgilerden faydalandığı düşünülür. Astronomi ile uğraşan ve gün dönümlerini önceden hesaplayan biri olarak astronomdur.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Thales

-ANAKSİMANDROS (Anaksimander) M.Ö.610-547) Miletoslu Anaksimander Thales'in öğrencisidir. Aynı zamanda tarihsel kaynaklara göre öğretilerini kaleme almış ilk filozoftur ve eseri Grek dilinde düzyazı olarak kaleme alınmış ilk kitaptır. Evren'in sırf gözleme ve rasyonel düşünmeye dayalı meydana geliş öyküsünü ilk kez tasarlayan dünyamızın bir 'evren' yani planlı bir şekilde düzenlenmiş bir bütün olduğunu ilk kez o ifade etmiştir. Anaksimandros’un mitolojiyi kullanmadan evreni açıklamaya çalışması onu bu konuda kendinden önce yazan yazarlardan (Hesiodos) ayırır. Tarihe en büyük katkısı evren hakkında ve hayat hakkında yazdıklarıdır. Bu yüzden ‘evren’in babası’ olarak adlandırılır. Aynı zamanda astronomiyi de o icat etmiştir. Bilinen dünyanın bir haritasını çizmiştir. Açıklamalarında mitolojik terimlere yer vermeksizin Dünya, Güneş, Ay ve yıldızlar için model betimlemiştir. Anaksimandros'un evren haritası:

Anaksimandros'un evren haritası

-PYTHAGORAS (Pisagor)(M.Ö.570-480) Pisagorcuların bilim alanında en büyük başarıları astronomidedir. İlk defa olarak yeri, evrenin merkezi olmaktan çıkarmışlar, onu küre şeklinde düşünmüşler ve yerin, evrenin ortasındaki görünmeyen merkezi ateşin etrafında dolandığını söylemişlerdir. Merkezi ateşin etrafında batıdan doğuya olmak üzere on tane gök cismi Sphairoslara (= saydam kürelere) takılmış olarak dönmektedir: Yer, karşıyer (bunu da göremeyiz), güneş, ay, o zaman bilinen beş gezegen ile duran yıldızlar gökü. Güneş tutulması, ay, yer ile güneşin arasına girince; ay tutulması da yerin ya da, karşı yerin gölgesi ay üzerine düşünce olur. Sabah ve akşam yıldızlarının aynı gökcismi Venüz olduğunu ilk tanımlayan kişi Pisagor olarak bilinir.

Rönesansta Nicolas Copernicus (1473-1543) çeşitli Pisagorculardan, kendi güneş merkezli sitemini oluşturuken en öenmli ilham kaynağı olarak bahseder. Kendini Pisagorcu olarak tanımlayan Johannes Kepler 'in (1571-1630), Pisagor'un musica univeralis teorisinden yola çıkarak oluşturduğu kanunlar günümüzde geçerliliğini korumaktadır. Evrenin matematiksel uyum ve düzenine inanan Isaac Newton (1642-1727) Evrensel Çekim Yasasını'nın keşfini Pisagor'a dayandırdı. Albert Einstein (1870-1955), bir bilim insanının "mantıksal basitlik bakış açısını, araştırmasının vazgeçilmez ve etkili bir aracı olarak gördüğü sürece bir Platoncu veya bir Pisagorcu" olabileceğine inanıyordu. 

Kaynak:https://tr.wikipedia.org/wiki/Pisagor

-KSENOPHANES (M.Ö.569-477) Kendinden öncekilerden farklı bir evren teorisi ortaya koymuş, fosilleri inceleyerek dünyanın çok yaşlı oduğunu öne sürmüştür. Nedensellik ilkesini benimsemiştir. Onun felsfesi Karl Popper tarafından eleştirel rasyonalizmin erken habercisi olarak okundu ve yalnızca çalışan hipotezler  temelinde hareket etmenin mümkün olduğunu söyledi -son derece olası olmadığını bildiğimiz sürece gerçeği biliyormuş gibi davranabiliriz.

-HERODOT (M.Ö.484-426) Dünyanın en azından binlerce yıl yaşlı olduğunu öne sürmüştür.

-METON (M.Ö.5.YY.)Astronom Meton kendi geliştirdiği takvimi Atina'da ortaya koymuştur. Meton yaklaşık olarak 254 ay döngüsünün (iki ardışık dolunay arasındaki süre) 19 güneş yılına denk geldiğini hesaplamıştır. Bu hesap sayesinde ay takviminin başlangıcının güneş yılına göre sabitlenmesi sağlanmış ve farklı mevsimlere sapması önlenmiştir. Bu takvim 19 güneş yılından oluşuyordu; 12 yıl 12 lunar aydan, 7 yıl da 13 lunar aydan oluşuyordu. Metonic döngü yılların başlangıcını ve ayların adlandırılmasını düzenliyordu. Her ne kadar Meton Döngüsü denilse de,  Meton muhtemelen bu döngüyü Babillilerden öğrendi.

-EUDOKSOS (M.Ö.408-355) antik bir Yunan astronomu, matematikçi, bilim adamı ve Archytas ile Platon'un öğrencisiydi. merkezdeki dünyayı küresel kabukların çevrelediği ve en dış kabukta sabit yıldızlar kabuğunun yer aldığı kendi kozmoloji sistemini kurar. Ortak Merkezli Küreler kuramı.

Antik Yunan filozoflarının birçoğu (MÖ 400 - MÖ 300) Güneş, Ay, gezegenler ve sabit yıldızların hareketlerini Dünya merkezli bir sistem olarak açıklamaya çalıştı. Bu modellerin ilkidir.

Yapıldıkları tarihler bundan 40.000 yıl öncesine giden heykeller, mağara ve kaya resimleri bulunduysa da bu eserlerin anlamı, içinde geliştirildikleri kültür hakkında az bilgimiz olması sebebiyle tam olarak bilinmemektedir. Bilinen en eski sanat nesnesinin - üzerileri delinmiş bir salyangoz kabuğu dizisi - 75.000 yıl önceye dayanırsa da 100.000 yıl yaşında, muhtemelen boya saklamak için yapılmış kaplar da bulunmuştur.

Eski Mısır, Mezopotamya, İran, Hindistan, Eski Yunan, Roma, İnka, Maya, Olmek medeniyetlerinden günümüze birçok sanat eseri miras kalmıştır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat

 

-PYTHAGORAS (Pisagor)(M.Ö. 570-480) Bir anlatıya göre demirciler çalışırken örslerinden çıkan sesi duyan Pisagor bunun çok uyumlu olduğunu düşünmüş ve "Doğa kanunları buna izin veriyorsa bu kanunlar matematikseldir." demiştir. Bundan hareketle, notaların matematiksel formüllere dönüştürülebileceğini keşfetmiştir. Böylece matematik ve müzik arasında bağlantı kurmuştur. Ayrıca ses perdesi ile tel uzunluğu arasında bir ilişki olduğunu bulmuştur. Daha sonra bir Monokord, yani tek telli bir çalgı üzerinde telin uzunluğunu belli oranlarda değiştirdiğinde bugünkü oktav (gam dizisinde sekiz notalık ses aralığı), quint (gam dizisinde beş notalık ses aralığı) ve quart'ı (gam dizisinde dört notalık ses aralığı) bulmuştur. Bunların ise gergin tel üzerinde sırasıyla 1/2, 2/3 ve 3/4'lük aritmetik oranlarla ifade edilen uzunluklara karşılık olduğunu ortaya koymuştur. Böylece ilk dört sayı (1, 2, 3, 4) ve onlar arasındaki oranlarla o zamana kadar müzisyenlerin bile zor farkına varabildiği ses aralıklarının kesin ve matematiksel bir dille ifade edilebilir olduğunu keşfetmiştir. Ondan sonrakiler sayı oranlarında seslerin gizli bağlantılarını aramaya girişip bir sesin niteliği ile ses dizisindeki yerini bu sese karşılık olan sayının niteliği ve sayılar dizisindeki yeri ile bir tutmuşlardı.Bütün hızla giden şeyler bir ses çıkarırlar, dolayısıyla yıldızlar da bir ses çıkarırlar; bu sesin yüksekliği, yıldızın merkezinin ateşe olan uzaklığıyla orantılıdır. Böylece, göklerin de bir musikisi vardır, ama bunu sıradan ölümlüler işitemezler.

Yunan heykeli, yüzeysel görünümün ardındaki kalıcı gerçekliği temsil etmeye çalıştı. Yunanlılar genellkle doğanın kendisini ideal formlarda ve matematiksel olarak hesaplanmış bir tip ile temsil ettiğine inanıyorlardı. Boyutlar değiştiğinde, mimarlar kalıcılığı matematik yoluyla aktarmaya çalıştılar. Maurice Bowra, bu fikirlerin 'her şeyin sayı olduğuna' inanan Pisagor ve öğrencilerinin teorisini etkilediğine inanıyor. M.Ö. altıncı yüzyılda Pisagorcuların sayı felsefesi Yunan heykeltraşlığında bir devrimi tetikledi. Yunan heykeltraşlar ve mimarlar, estetik mükemelliğin ardındaki matematiksel ilişkiyi (kanon) bulmaya çalıştılar. Muhtemelen Psagor'un fikirlerinden yararlanan heykeltraş Plykleitos (M.Ö.480), Kanon'unda güzelliğin, malzemelerin değil, parçaların biribirleriyle ve bütünle olan karşılıklı ilişkisinden oluştuğunu yazmıştır. Yunan mimari düzenlerinde her eleman matematiksel ilişkilerle hesaplanmış ve inşa edilmiştir. Rhys Carpenter; 2:1 oranının 'Dor düzeninin üretken oranı' olduğunu ve 'Helenistik zamanlarda sıradan bir dor sütun dizisinde nota ritmi bulunabileceğini' belirtir.

Pisagor öğretilerine göre tasarlandığı bilinen en eski bina, Roma imparatoru Nero'nun saltanatı sırasında Pisagorcular için gizli bir ibadet yeri olarak inşa edilmiş bir yeraltı bazilikası olan Porta Maggiore Bazilikası'dır (M.Ö.1.yy). Bazilikanın apsisi (kilisede koronun yer aldığı bölüm) doğuda, atriyumu (giriş avlusu) ise doğan güneşe saygı nedeniyle batıdadır. İnisiyelerin kendilerini arındırabilecekleri küçük bir havuza açılan dar bir girişi vardır. Bina ayrıca Pisagor numeroloisine göre tasarlanmıştır; kutsal alandaki her masada yedi kişilik oturma grubu bulunur. Üç koridor, Apollo'nun birliğine yaklaşan ruhun üç bölümünü simgeleyen tek bir sunağa çıkar. Apsis, şair Sappho'nun Leucadian kayalıklarından atladığı, lirini göğsüne bastırdığı, Apollo'nun ise onun altında durduğu, koruma hareketiyle sağ elini uzattığı, Pisagor'un ruhun ölümsüzlüğü hakkındaki öğretilerini simgelediği sahneyi betimliyor. Kutsal alanın içi neredeyse tamamen beyazdır çünkü beyaz renk Pisagorcular tarafından kutsal kabul edilir.

İmparator Hadrian'ın Roma'daki Pantheon'u Pisagor numerolojisine dayalı inşa edilmiştir. Tapınağın dairesel planı, merkezi ekseni, yarım küre şeklinde kubbesi ve dört ana yöne göre hizalanması, evrenin düzenine ilişkin Pisagor görüşlerini simgelemektedir. Kubbenin tepesindeki tek oculus, monad ve güneş tanrısı Apollon'u simgelemektedir. Oculus'ten uzanan yirmi sekiz nervür ayı simgeliyor, çünkü yirmi sekiz Pisagor ay takviminde ayın sayısıydı. Nervürlerin altındaki kutlu beş yüzük, güneş ve ayın evliliğini temsil eder.

Kaynak:https://tr.wikipedia.org/wiki/Pisagor

 

Perspektifin Tarihi:

Milattan önce Yunanistan'da Hellenistik ressamlar eserlerinde bir derinlik yanılsaması yaratabilseler bile, doğru temsili yöneten kesin matematik yasalarını anladıklarını gösteren hiçbir kanıt yoktur.

Yine milattan önce Roma ve Campania'da ikinci stil duvar resimleri aynı anda farklı projeksiyon türleri sergiler: yakınsak ve eğri projeksiyon. Tek noktalı perspektifin katı kurallarını ihlal etmelerine rağmen, yine de izleyicinin görüş hattına paralel çizgilerin resim düzleminde bir noktada kesiştiğine dair pragmatik (yararcı) bir anlayış sergilerler.

Kaynak: Perspektif Tarihi

 

Antik Yunanca'da 'doğa' anlamına gelen 'physis' sözcüğünden türetilmiş olan 'fizik' terimi, oldukça yeni bir tanımlamadır; ne Antik Yunan dünyasında ne de Ortaçağ İslam dünyasında bugünkü fizik bilimine karşılık gelen bağımsız bir disiplin yoktu.

Ünlü fizik bilgini Isaac Newton (1642-1726) bile temel yapıtını Philosophiae Naturalis Principa Mathematica (Doğa Felsefesinin Matematik İlkeleri 1687) olarak adlandırmış ve kendisini bir fizikçi değil, bir doğa filozofu olarak görmüştür. İslam dünyasında bugünkü fiziğin bir dalı olan ışık ve ses gibi belli başlı konular, o dönem için fiziksel bilimlerin değil, matematiksel bililmlerin bir dalı olarak kabul edilmiştir. Bu bağlamda, Optik konusunda çok değerli çalışmalar yapan İslam bilgini İbn el-Heysem (965-1040) uzun süre doğu ve batıda bir fizikçiden çok matematikçi olarak algılanmış ve tanınmıştır.

Fizik; cisimlerin iç yapılarında bir değişiklik yaratmaksızın onların özellik, durum ya da hareketlerini inceleyen bir bilimdir. 16. yüzyılda 'doğa bilimleri'; fizik, kimya, biyoloji, v.b. gibi ana dallara ayrılmış, Rönesans dönemi sırasında hızla artan bilgi birikimi, ana araştrma dallarının da ayrışarak yatay dallanmaların oluşumuna yol açmş, bu bağlamda örneğin fizik alanından; mekanik, optik, akustik, elektrik gibi alt bilim dalları ortaya çıkmıştır. Süreç fiziğin diğer bilimlerle akrabalığından doğan; matematiksel fizik, kimyasal fizik, astrofizik, jeofizik, biyofizik gibi ikili melez bilim dalları, üç bilim arasında köprü kurulmasıyal oluşmuş; biyofiziksel kimya gibi üçlü melez bilim dalları oluşmuştur. Mekanik, statik, dinamik, hidrostatik, hidrodinamik, termodinamik, kütle çekimi, ısı, ışık, optik, akustik, elektrik, manyetizma, atom fiziği, periyodik (dönemsel) olaylar ve titreşim hareketleri, dalga mekaniği, kuantum kuramı, görelilik kuramı gibi çeşitli alanları kapsayan fizik, günümüzde atom ve molekül fiziği, yüksek enerji fiziği, plazma fiziği, yoğun madde fiziği gibi ana dal başlıkları alatında incelenmektedir.

Kaynak: "Fiziğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2021

Doğayı akılcı bir şekilde anlama ve yorumlama Yunanistan'ın erken döneminde (MÖ 650-480) Sokrates öncesi düşünürler ile başladı. Miletli Thales (MÖ 624-545), doğadaki fenomenlerin çeşitli dini, mitolojik, doğaüstü açıklamalarını reddetti ve her olayın doğal bir nedeni olduğunu açıkladı. Thales MÖ 580'de suyun temel element (ilk neden) olduğunu ileri sürdü. Ona göre her şey sudan gelmekte yine suya dönmekteydi. Ayrıca, mıknatısların ovuşturulmuş kehribarları çekmesiyle ilgili deneyler yaparak, ve ilk kozmolojileri geliştirerek ilerlemeler sağladı. Thales'in öğrencisi Anaksimandros, ilk evrimsel teorisi ile tanınır, Thales'in "ilk neden" fikrine karşı çıktı ve suyun yerine bütün maddelerin yapısını oluşturan, sonsuz ve yok olmayan apeiron (sınırsız) diye adlandırdığı bir ilksel madde önerdi. Efesli Heraklitos (MÖ 550-480) evreni yöneten tek temel yasanın "değişim ilkesi" olduğunu ve hiçbir şeyin aynı durumda kalmayacağını önerdi. Bunu ünlü bir sözüyle açıklamaktadır, "Kimse aynı ırmağa iki kez giremez". Bu gözlemi onu evrendeki zamanın rolü ile ilgilenen antik çağın ilk bilginlerinden biri yaptı. Zaman modern fiziğin bile en önemli kavramlarından biridir. Leukippos (MÖ 5. yüzyıl) ilahi güçlerin evrene müdahale ettikleri fikrine kesin bir şekilde karşı çıktı, bunun yerine doğal bir nedenin ancak doğal bir fenomene sahip olabileceğini savundu. Leukippos ve onun öğrencisi Demokritosatomculuk teorisini ilk geliştiren oldular. Atomculuğa göre her şeyi oluşturan çeşitli değişmez ve parçalanamaz elementlere atom denir.

Antik Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında soyut ve kuramsal fizik çalışmalarından pek söz edilememekte, ancak basit mekanik bilgileriyle bazı teknik uygulamalar görülmektedir. Geometri, astronomi, optik, mekanik gibi matematiksel disiplinler ilk antik çağdaki Babil'de ve Helenistik Dönem'deki Arşimet, Batlamyus gibi yazarlarla başladı.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

-ANAKSİMENES (M.Ö.580-525) Anaksimandros'un öğrencisi, doğa filozofu ve geleneksel olarak Batı dünyasının ilk filozofları kabul edilen Miletos'lu üç düşünürün sonuncusudur. Thales'in ‘su’ ana maddesinin yerini, Anaksimenes'te ‘hava’ alır. Anaksimandros'tan farklı bir evren modeli öne sürmüştür.

  • Anaksimandors evreninin 7 bölümlü bağlantılı bir düzeni.
  1. Ayrılmamış(öğe)yapısı
  2. Yıldızlarınki
  3. Güneşin dolaştığı küre
  4. Ayın küresi
  5. Yağmur, gök gürültüsü, karı meydana getiren havanın birleşmesi ve dizilişi
  6. Deniz, ırmaklar
  7. Toprak (Her şeyi besler, sudan meydana gelmiştir. Suyun kaynağı ise "sıkışmış hava"dır.)

Anaksimenes'in kalıcı katkısı kozmolojisinde değil, evrenin yapısında yoğunlaşmanın ve seyrelmenin de bir yeri olduğu görüşünde yatar. Bu görüşü ve maddeler arasındaki açıkça görülebilir niteliksel farklılıkları yalın nicelik farklılıklarına indirgemesi, bilimsel düşüncenin gelişiminde çok etkili olmuştur.

 

İlk insanlar, hayatta kalabilmek için gerekli olan bitkiler ve hayvanlar hakkında sahip oldukları bilgileri nesilden nesile aktarmış olmalılar. Bu aktarılan bilgilerin arasında hayvan ve insan anatomisi ve göç dönemleri gibi hayvan davranışları hakkında olan bilgiler de yer almış olmalıdır. Yine de biyoloji bilgisi açısından ilk önemli dönüm noktası 10,000 yıl önce ortaya çıkan Neolitik Devrimdir. İnsanlar ilk defa bu dönemde tarım yapmak için bitkileriden yararlanmış ve yerleşik toplulukların yararlanması için ilk olarak hayvanlar evcilleştirilmiştir.

Mezopotamya, Antik Mısır, Hindistan altkıtası, Çin gibi eski kültürler birbirinden bağımsız ve karmaşık doğa felsefesi üzerine görüşler oluşturan Sushruta, Zhang Zhonjing gibi tanınmış cerrahlar ve doğa bilimleri ile ilgilenen kişiler ortaya çıkarmıştır. Ancak modern biyolojinin kökeni Antik Yunan felsefesinin seküler geleneğine dayandırılır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

-ALKMAEON (M.Ö.535) Kroton'lu Alkmaeon hayvanları açılımlayarak (diseksiyon) toplardamarlarla atardamarların ayrımını yapıyor. Sokrates öncesi düşünürlerin arasında yer alır. Alkmaiōn'un bir başka önemli yanı ise, beynin, düşüncelerin temel maddesi ve insan algılayışının merkezi organı olduğunu tahmin etmiş ve öne sürmüş olmasıdır. Platon'un diyaloglarında ismi geçmektedir. Alkmeon, Pythagoras ekolünün lideriydi. Anatomi, tıp ve fizyolojiyle ilgilenmiştir. Peri Physeos ( Doğa Üzerine Denemeler) adlı eserinde doğa bilimleri konusunda çalışmaları yazmıştır. Alkmaiōn genç hayvanların gelişimini incelemiştir. Civciv embriyolu döllenmiş yumurtayı; bu embriyonun nasıl bir gelişim gösterdiğini ve sinir sisteminin çiftleşmede oynadığı rolü incelemiştir. O güne kadarki Yunan "bilimi"nde egemen olan bebeğin yalnızca babanın tohumuyla oluştuğu fikrine katılmıyordu. Censorinus (M.S. 3.yy)'un yazdıklarına göre bebeğin Diogenes, Hippokrates ve Stoacı düşüncede babanın, Anaksagoras, Alkmaiōn, Parmenides, Empedokles ve Epikuros'da ise annenin "ürünü" olduğu düşünülmekteydi. Alkmaiōn ayrıca bebeğin cinsiyetinin oluşumu hakkında oran verir; buna göre ebeveynlerden hangisinin meni sayısı fazlaysa bebek o cinsiyete sahip olurdu. Üstelik Alkmaiōn'a göre meni beyinde yer alır. Batılı Yunanların öne sürdüğü gibi düşünce merkezinin kalp değil beyin olduğunu anlamıştır. Beyni incelemiş (bu nedenle nörolojinin kurucularından biri sayılır) bu organı göze bağlayan yolları göstermiştir ve böylece -büyük olasılıkla- göz sinirlerini de bulmuştur. Görmeye neden olan üç şey; Işın ve dış ateş, Gözdeki içsel ateş (göze darbe geldiğinde aydınlık olma sebebidir), Gözdeki yuvarlağının içindeki sudur. Duyu organlarını keşfetmiştir. Beynin duyu merkezi olduğunu söylemiştir. Beyin ile duyu organları arasında bir bağ olduğunu söylemiştir. Ses duyumunun kulak içindeki çukurla rüzgarın değmesiyle birlikte çınlama ile oluştuğunu bulmuştur. Daimonları hastalıkların nedeni olarak gören görüşü reddedip, hastalıkların doğal nedenlerle ortaya çıktığını ortaya koyarak tıp tarihinde bir ilke imza atanın da yine Alkmaiōn olduğu düşünülmektedir. Ona göre insanın zihinsel işleyişi biyolojik temele dayanır, bu nedenle "bilimsel psikolojinin babası" olarak adlandırılır.

Kaynak: Wikipedia / Alkmaeon

 

-HİPOKRAT (M.Ö 460-370) tıbbın babası olarak anılan İyon hekim. Hekim olan babası tarafından yetiştirilip birçok yerde hekimlik yapmıştır. Antik İyonya’da bilimsel gelişme ve felsefe ile sımsıkı bağı olan hekimlik gözdeydi. Bu gelişme Hippokrates ile doruğa ulaştı. Kendisine göre tıbbın ilk kuralı “Primum non nocere” (Önce zarar verme!) ilkesidir. Eflatun, “Phaidros” adlı yapıtında ise Hipokrat'a değinerek onun tıbba felsefi bir yaklaşım getirmiş ünlü bir Asklepiades olduğunu ve insan vücudunu bir bütün olarak ele aldığını anlatır. Aristoteles'in öğrencilerinden Menon ise yazdığı tıp tarihinde Hipokrat'ın hastalıkların nedeni konusundaki görüşlerine özel bir yer verir. Menon’un aktardığına göre, Hipokrat'ın temel hastalık kuramı; yanlış beslenme sonucunda sindirilemeyen bazı artıkların buhar çıkardığı, bu buharların vücuttan atılamayarak hastalıklara yol açtığı şeklindedir. Hippokrates tarafından yazıldığı kabul edilen “Corpus Hippocraticum” (Hipokrat’ın Toplu Yapıtları) adlı yapıtı milattan sonra onuncu yüzyıldan kalmadır. Arap ve Avrupa tıbbına katkısı büyüktür. Bu yapıtta; batıl inançlar, büyülü şifa yöntemleri reddedilerek bir bilim dalı olan tıbbın temel ilkeleri öğretilmiştir.Bazı hastalıkları Hipokrat ilk kez tanımlamıştır, “Çomak Parmak” adlı hastalığa “Hipokratik parmaklar” denilmektedir. Çünkü ilk kez Hipokrat bu hastalığın tanımını yapmıştır. Diğer tanımladığı hastalıklar ise; "akciğer kanseri", “akciğer hastalığı”, “siyanotik kalp hastalığı”dır.

Kaynak: Wikipedia/Hipokrat

 

M.Ö. 2500 Hızlı kültürel gelişim başladı. Mısır, Mezopotamya, Margiana, İndus, Çin, Avrupa. Pakistan çevresinde şehirlerdeki ilk drenaj sistemleri, ikinci kattaki ahşap konstrüksiyonlu evlerin içinde banyo ve tuvalet bile vardı. (MOHENJO-DARO) Büyük Hamam denilen sosyal olarak kullanılan bir havuzda muhtemelen Mezopotamya'dan gelen bitüm kullanıldı. Irak'ta coğrafi simülasyonun yerini Uruk'tan farklı olarak, birleşik ve dramatik renk kodlu tasarım sayesinde Mimari soyutlama almıştır.

M.Ö. 1500 Deve gibi hayvanların yardımıyla ticarette yaşanan ilerlemeler ile hiçbir şey üretmeyen ticaret şehirleri kurulmaya başladı. Hızlı yolculuk, ve atlarla güçlenen ordu, yeni bir dönem başlattı :"Vedik" (sanscrit bilgi). Sözlü ve yazılı kültürlerin ahşap mimarisiyle geliştiği bir dönem. Endüstriyel ölçekte bronz dövme ve savaş arabası üretimi, endüstriyel olarak merkezileşmiş şehirler. Savaşçı sınıfı ve feodalizmi başlıyor. Savaş arabaları gücün simgesiydi. Girit'te, saraylarının siyasetle, kozmolojilerle veya savunmayla hiçbir ilgisi olmayan eşsiz Mimarileri olan Minoslar bir deniz ticareti ekonomisi başlattı. Peyzaj özelliklerine bağlıydılar. MINOANLAR VE KNOSSOS Başlangıçta Minos sanatı, insan hareketini ilk ortaya koyanlar arasındaydı. Tapınaklardan çok atölyeler içeren saraylar inşa ettiler. MYCENAEAN MEDENİYETİ Dekorasyon ve metalurji, marangozluk gibi el sanatlarında ilerleme. Altın ustası, fildişi ve taş oymacısı gibi zanaatkârlar ve tekstil işçileri saraylardaki işliklerde çalışıyordu. Mezopotamya anlamında tapınak yok.

M.Ö.1600-1050 SHANG HANEDANLIĞI, ÇİN Bu Çin hükümdarlığında, kraliyet mensuplarının ve seçkinlerin süper güçlere sahip, tüm ataların yegane ruhani mirasçıcı olduğu inancıyla kurulan teokratik bir düzen vardı. Çin'de, bir ritüel merkezi etrafında üretim bölgesi olarak ortaya çıkan, tarım ve din temelli şehirlerin yükselişi.

MÖ 3500 civarında dünyanın dört bir yanında oldukça dikkat çekici bir şey oldu: insan grupları bugün "şehirler" dediğimiz bir şey geliştirdiler. Mezopotamya, Hindistan, Mısır ve Çin.

800 M.Ö. Silahlarda, tarımda ve inşaat işçiliğindeki demirin yükselişi, politik ve sivil manzarayı tamamen değiştirdi. Solomon Tapınağı; bir yazı ile detaylı olarak tanımlanmış ilk mimari eser. İlk defa, görselleştirmenin ve tanımlamanın mümkün olmadığı bir Tanrı'ya aracısız ibadet etme imkanı. Dökme demir, şehir planlamasının ve mimarinin resimlerle yapıldığı Çin'de başlar. Uygun sosyal davranışların, Li gibi ritüellerin aristokratlar tarafından öğretildiği okullar gibi ritüel merkezleri. WANGCHENG. Asurluların köprüleri, tünelleri, hendekleri ve demir silahları.

Kaynak: A Global History of Architecture

Matematiğin gelişmesine aşağıdaki grafik anlatımda görülen şekilde de bakılabilir.MatematikHaritasi

Kaynak: Matematiksel.org

-THALES (M.Ö. 624-545) İlk Yunan matematikçi sayılan Miletos'lu Thales kendi adıyla anılan teoremi ile ünlüdür. İlk filozoflardan birisi olduğu için felsefenin ve bilimin öncüsü olarak da adlandırılır. Yere dikilen bir çubuğun gölgesinin yüksekliğine oranı ile piramidin yüksekliğini ölçer.

Thales teorminde AC yarıçap olduğu zaman ABC açısı her zaman dik açıdır.   Uygulamada bir çembere istenilen bir noktadan teğet çizim imkanı verir. P noktasından k çemberine teğet geçen çizgi, PO nun yarısına denk gelen H noktası merkez olan ikinci bir çember ile kesiştiği T veya T' noktalarından geçer.
 

-PYTHAGORAS (Pisagor) (M.Ö. 570-480) Samos (Sisam) adasında doğan Pisagor Mısır, Çin, Hindistan dahil olmak üzere dünyanın birçok bölgesinde araştırmalar yapmış, o döneme kadar aktarılan dağınık ölçme kural ve tekniklerini Geometri başlığı altında toplamıştır.

Bilimlerin, her ne kadar adı verilmese de Pythagorasçılar tarafından yapılan "quadrivium"; -Aritmetik, Geometri, Müzik, ve Astronomi- şeklindeki bilinen ilk sınıflandırılması 16. yüzyıla kadar değişmeden kalmıştır. 'Quadrivium' teriminin ilk defa Boethius (477-524) tarafından kullanıldığı kabul edilmektedir.

Pisagor teoreminde; Bir dik açılı üçgende dik kenarların her birinin uzunluklarının karelerinin toplamları, hipotenüsün uzunluğunun karesine eşittir. Bu teoremin matematik formülle ifadesi şöyledir:

c2 = a2+ b2

 

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Ortadoğu'nun en eski halklarından Kaldeliler (Keldaniler) M.Ö.3000'lerde üç işaret ile bütün sayıları yazabiliyorlardı. Bu simgeler 0, 1 ve 10 idi.

On tabanlı sayı sistemini kullanan Mısırlılar ise 1,10,100,1000 .... gibi yedi çeşit işaretle yazıyorlardı. Mısırlılar bilinen en eski ondalık sayı sistemini M.Ö.3000 lerde kullanıma koymuşlardır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

Cebir ilk olarak Babilliler tarafından matematiksel problemleri çözmek amaçlı kullanılmıştır. Matematikte şu an lineer denklemler veya orta dereceli lineer denklemler kullanarak çözülen problemlerin temellerini Babiller cebiri geliştirerek bulmuşlardır. Eski dönemlerde yaşamış olan çoğu Mısırlı, Çinli ve Yunan matematikçiler problem çözümlerinde geometri kökenli çözüm yollarını tercih ediyorlardı. Yunanlar kendi yarattıkları element matematiğini kullanırlardı ve bu yöntem ile birçok karışık sorunları çözmeyi başarmışlardır ancak bu yöntemleri orta çağ İslamına kadar fark edilememiştir.

-DİOPHANTUS her ne kadar cebirin yaratıcısı olarak tanımlansa da Diophantus'un yaşadığı dönemdeki Yunan Matematikçiler, Antik Mısır cebirinden haberdardılar. Tek bilinmeyenli cebir problemleri ve çözümleri M.Ö. 1650 yılında yazılmış olan Rhind Papirüsü'nde de geçmektedir.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

İlk geometrilerin tümü, kendi doğası nedeniyle sezgiseldir. Bunlar daha çok ilk insanların çevresinde görünen doğal şekillerdir. Bu geometriler daha çok görsel türdedir. İkinci olarak şekillerin ölçülmesi aşaması gelir. Dörtgenlerin ve üçgenlerin ölçülmesi ilk kez Mısır’da Ahmes’in (MÖ 1550) papirüsünde görülür. Bu papirüs MÖ 1580 tarihinden önce yazılmıştır, b tabanlı ve h yükseklikli ikiz kenar üçgenin alanının bh/2 olduğu verilmiştir. Yine aynı papirüste d çaplı bir dairenin alanının (d-d/9)2yazımına eş değer olduğu yazılmıştır. Bu yazımlara göre pi sayısı yaklaşık olarak 3,1605 dolaylarındadır. Bu formül geometrik şekilden yaklaşık olarak elde edilmiştir. Bu formülün tabletlerde de olduğu söylenmektedir. Çin’in yerli geometrisi de gelişkin örnekler içerir. MÖ 1100 yıllarında yazıldığı sanılan Çinlilerin ünlü Nine Sections (Dokuz Bölüm) kitabında dik açılı üçgen ve ispatsız olarak Pisagor teoremi vardır. Daha sonraki Çin geometrilerinde ölçümleri içeren çok zeki buluşlar vardır. Yine geometrik görünümle Pisagor teoreminin ispatı yapılmıştır. Bu geometrik şekille verilen kitabın MÖ 2000 yıllarında yazıldığı sanılıyor.

Hintlilerin yerli geometrilerinde de matematiksel bir ispat yoktur. Daha çok görsel ve deneysel ölçülere dayanan kuralları vardır. Bunlar da o kadar ileri bir geometri oluşturmaz. Bin yıllık bir süre boyunca kullanılan Yunan geometrisi ise daha çok görseldir. Eski Roma geometrisi daha çok kullanım alanlarına yöneliktir.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Geometri

     
         
       
         
HELENİSTİK FELSEFE ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK

HELENİSTİK FELSEFE (M.Ö.323-30) Helenistik dönemde Batı felsefesi ve  Antik Yunan felsefesi dönemidir. Felsefenin başlangıcı olarak sayılabilecek bu dönemin özelliği, insanın ilk defa kendi aklını kullanmaya ve keşfetmeye başlamasıdır. Bu dönemde efsaneler yerini kanıtlanmış kuramlara, dogmalar yerini akla, mitler (yaratılış) yerini doğal olaylara bırakmaya başlamıştır.

-SOCRATES: (M.Ö. 469-399) insan (ruh) dünyaya gelmeden önce her şeyin bilgisine (doğuştan) hakimdi ve bu dünyada öğrenme dediğimiz şey ise hatırlamadan (ve çıkarımdan) ibaretti.

-PLATON: (MÖ 424-347) Bilgi ancak akıl yürütme ile kavranabilen, “sabit”, değişmez şeyler, idealardır.

-ARİSTOTELES: (MÖ 384-322) Gerçek bilgi, somut, maddi oluş biçimlerinin duyumsanması ile elde edilen bilgidir.

-PYRRHON: (MÖ 365-275) Kuşkuculuğun kurucusudur. Abderalı Anaksarkhos'un öğrencisi olan Pyrrhon Anaksarkhos ile İskender'in yanında Orta Asya'ya, Hindistan'a dek gitmiş ve buradan Doğu kültürü, Hint bilgeliğini öğrenmiştir. İnsanın görünüşleri aşıp gerçeğe ulaşmasının imkansız olduğunu düşünür ve yorumsuzluk, yargısızlık ilkesini savunur. Duygulara ve hislere hakim olunması gerektiğini öne sürer ve bu düşünceleri ilkesinde hiçbir yazılı eser bırakmamıştır.

-EPİKUROS: (MÖ 341-270) Epikür, Septisizm de ve Stoacılıkta olduğu gibi, pratik felsefeye yani ahlak felsefesine yönelmiş ve bu alanda etkinlik göstermiştir. Epikür, bilgi konusunda duyumcudur. Yani, bilginin ancak duyular ile elde edilebileceğini düşünür. Bununla birlikte, duyulardan elde edilen bilginin ispata ihtiyacı olabileceğini de söyler. Bu doğrultuda episteme konusunda akla da önem verir. Ona göre duyuların bilgisi her zaman doğru olmayabileceği için, doğru bilgi ile yanlış bilgiyi ancak akıl ayırt edebilir. Dolayısıyla ona göre bilgi önce duyularımızla algılanmalı, ardından da akıl süzgecimizden geçmelidir.

STOACILAR;

-ZENON; Bir'ci anlayış, hareket ve değişimin yanılsama olması.

- EPİTEKTUS, CİCERO(Agnostik), SENECA:

Bu zaman diliminde ve daha sonra Orta Çağ için de geçerli olmak üzere Yedi Özgür Sanat'tan bahsetmek anlamlı olabilir; Yedi özgür sanat (ya da yedi liberal sanat, Lat. septem artes liberales), antikçağ okul ve eğitim dünyasında öğretilen çeşitli bilim ve sanat alanlarını belirtir. Daha sonra Orta Çağ felsefesinde de Skolastik okullarda öğretilen bölümler olmuştur. Bilimsel bilginin ilk sıfılandırılması ve belli başlıklar altında toplanması olarak düşünülebilir ancak bugün bildiğimiz bilim kategorilerinden çok farklıdır;

İlk olarak Trivium denilen Üçlü Grup, yani; Gramer, Mantık, Retorik, gelmektedir.

İkinci olarak da Quadrivium denilen Dörtlü Grup gelmektedir.Bunlar da; Aritmetik (soyuttaki sayı), Geometri (uzaydaki sayı), Müzik (zamandaki sayı), Gökbilim'den (uzay ve zamandaki sayı) meydana gelmektedir.

Yedi Liberal Sanat hep birlikte 'Düşük Fakülte' (Sanatlar) olarak adlandırılanlara aitti, oysa Tıp, Hukuk ve İlahiyat 'Yüksek' olarak adlandırılan üç fakültede kuruldu. Bu nedenle, Orta Çağ'da Düşük Fakültedeki öğretim görevlilerinin kendilerinin Yüksek fakültelerden birinde öğrenci olmaları oldukça yaygındı. Ayrıca, felsefenin tipik olarak kendi başına bir konu (ya da fakülte) olmadığını, daha ziyade dolaylı olarak mevcut olduğunu belirtmek de ilginçtir.Yüksek fakültelerin (özellikle teoloji) söylemlerinde 'yardımcı araç' olarak; Felsefenin teolojiden tamamen kurtuluşu ancak Ortaçağ döneminden sonra gerçekleşti.Bu dörtlü, Platon'un Devlet'te ana hatlarıyla belirttiği müfredatın ikincil bölümünü oluşturur ve bu çalışmanın yedinci kitabında (Aritmetik, Geometri, Astronomi, Müzik sırasına göre) anlatılır. Quadrivium, erken Pisagor yazılarında ve Martianus Capella'nın De nuptiis'inde örtük olarak bulunur , ancak quadrivium terimi altıncı yüzyılın başlarında Boethius'a kadar kullanılmamıştır .

"Matematik" sözcüğü ilk olarak M.Ö. 550 lerde Pisagor okulu üyeleri tarafından, öğrenilmesi gereken şey anlamında kullanılarak ortaya çıkmış olup çoğul şekilleri Yunanca'da ta mathematika, Latince'de ise mathematica şekindedir.

Plato'nun döneminde birçok yunan matematikçi ani ve şiddetli bir değişime girmiştir. Yunanlar bu dönemde kendi yarattıkları geometrik çözüm yollarını geliştirerek geometrinin temel kuramlarını kullandılar. O yılların belki de en iyi matematikçilerinden biri olan Diophantus ve aynı zamanda Arithmetica kitabının yazarı, cebirsel ifadelerin matematiksel yollarla çözümleri için birçok formülü geliştiren kişi olmuştur ve ilerleyen zamanlarda sayı teorisinin ve kendi yarattığı Diophantus denklemlerinin çıkmasını sağlamıştır. Matematiğin geliştiği ilk dönemlerde Harizmi (d. 780–ö. 850) nin yazdığı The Compendious Book on Calculation by Completion and Balancing isimli kitabı matematikte bazı görüşlerin oluşmasına neden oluyordu çünkü cebirin ve matematiğin temel disiplin kurallarının geometri ve aritmetikten farklı olduğunu söylemiştir. Helenistik matematikçiler Diophantus ve Alexandria ve Hindistanlı matematikçi Brahmagupta, Mısır ve Babillilerin yaratmış olduğu matematik kurallarını devam ettirdiler ve üzerlerine bir şeyler eklemek için çabaladılar. Yazmış oldukları kitaplardanda faydanalarak ilk kez içerisinde sıfır ve eksi sayıların olduğu denklemleri çözmeyi başardılar. Denklemler teorisine göre incelenen cebirin en önemli iki ismi Diophantus ve al-Khwarizmi'nin çalışmaları yıllarca incelenmiştir.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

Yeni-Platoncu ve Eukleides yorumcusu Konstantinopolis'li Diodakos Proklos'un (411-485) Eukliedes'in birinci kitabı üzerine verdiği bilgilerden ya da Arap Ebu'l-Fazl el-Neyrizi (ölm.922) gibi yazarların eserlerinin skolastik yorumlarından öğrenildiği üzere, Stoacı matematikçi, astronom ve aynı zamanda Poseidonios'un (M.Ö.135-51) öğrencisi olan Rodos'lu Geminus (M.Ö. 1.yy) Matematiksel Bilimlerin Düzeni Üzerine adlı eserinde, metamtiksel bilimlerin kapsam alanını oldukça genişletmişti. Geminus'a göre matematiksel bilimler arasında aritmetik, geometri, mekanik, astronomi, optik, jeodezi, canonica (armoni bilgisi) ve lojistik (pratik hesap sanatı) yer alıyordu.

Yine Platon (M.Ö.427-347) filozofların ve devlet adamlarının eğitimlerinde öğrenmeleri gereken konuları aritmetik, geometri, astronomi ve "harmonik" olarak belirlemiştir. Platoncu düşüncede dört matematiksel bilime, özellikle de geometriye değer verilmesinin, bilim tarihi üzerinde belirleyici etkileri olmuştur.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-HERON (MS 10 -70) memleketi İskenderiye. Roma dönemi antik Mısır'da faal olan bir Greko-Mısır  matematikçi ve mühendisti. Genellikle antik çağın en büyük deneycisi olarak kabul edilir ve çalışmaları Helenistik bilimsel geleneğin temsilcisidir. Hero, bir sayının karekökünü yinelemeli olarak hesaplamak için bir yöntem  tanımladı. Ancak bugün adı, kenar uzunluklarından bir üçgenin alanını bulmak için kullanılan Heron formülüyle yakından ilişkilidir. Ayrıca küp köklerini hesaplamak için bir yöntem geliştirdi. Ayrıca, en kısa yol algoritması tasarladı, yani bir çizginin bir tarafında iki nokta A ve B verildiğinde, AC+BC'yi en aza indiren düz doğru üzerinde C  noktasını bulun. "Hiçbir keşif 3Boyutlu geometrinin temelini oluşturmaz. Ancak İskenderiyeli Heron en büyük katkıda bulunanlardan biridir." Heron'un çalışması, Metrica düzenli çokgenlerin, dairelerin ve konik kesitlerin özelliklerini tartışır ve böylece üçüncü boyutun keşfini ve anlaşılmasını başlatmıştır. 3Boyutlu Gemoetrinin babası ünvanı Heron'a atfedilebilir.

 

-EUKLEİDES Öklid (MÖ 330 - 275) yılları arasında yaşamış İskenderiyeli bir matematikçidir. Öklid gelmiş geçmiş matematikçilerin içinde adı geometri ile en çok özdeşleştirilen kişidir. Geometri dünyasında kapladığı bu seçkin yeri kendisinin büyük bir matematikçi olmasından çok, geometrinin başlangıcından kendi zamanına kadar bilinen ismi ile Öğeler adını taşıyan kitabında toplamıştır. Öklid derlemesinin tutarlı bir bütün olmasını sağlamak için, kanıt gerektirmeyen apaçık gerçekler olarak 5 aksiyom ortaya koyar. Diğer bütün önermeleri bu aksiyomlardan çıkarır. Eğitimini Akademi'de tamamladıktan sonra İskenderiye’de büyük bir matematik okulu kuran Öklid, çağlar boyu matematikle ilgilenen hemen herkesin gözdesi olmuştur. Geometriyi ispat ve aksiyomlara dayalı bir dizge olarak işleyen 13 ciltlik kitabı “Elementler” bu alandaki ilk kapsamlı çalışmaydı. Kendinden önceki TalesPisagorPlatonAristoteles gibi matematikçi ve geometricilerin çalışmalarını temel alan Öklid’in bu yapıtı, iki bin yıl boyunca önemli bir başvuru kaynağı olarak kullanılmıştır. 

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Öklid

Yunan kökenli bilim adamının bu eseri 8.yy'da Arapça'ya, 11.yy'da Latince'ye çevrilmiş, el yazmalarını saymazsak, 1482 de Venedik'te basılışından bu yana 1000'den fazla basımı yapılmış, dünyanın gelmiş geçmiş en çok basılan, çevrilen ve okunan ikinci kitabı olmuştur. Euklides'in kullandığı geometri aletlerinin yalnızca pergel ve gönye olduğu anlaşılmıştır. Bu konu daha sonra Farabi'nin Geometri'yi iki ayrı sınıfta incelemesinde de söz konusu olmuştur. İstanbul'daki Ayasofya'yı 6.yy'da inşa eden mimarlar Tralles'li (Aydın'lı) Anthemus ile Miletos'lu (Milet) İsidoros Euklides'in geometrik hesaplarını kullanmışlardır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-ARKHİMEDES (ARŞİMED MÖ 287-212) Antik tarihin en büyük matematikçisi ve tüm zamanların en büyüklerinden biri olarak kabul edilir. Bir dizi geometrik veriyi türetmek ve kesin olarak kanıtlamak için sonsuz küçük kavramını ve tükenme yöntemini uygulayarak modern  kalkülüs ve analizi öngördü. Teoremleri, şunları içerir: bir dairenin alanı, bir kürenin yüzey alanı ve hacmi, elipsin alanı,  bir parabolün altındaki alan, bir devrim paraboloidinin bir parçasının hacmi, bir hiperboloidin bir devrim segmentinin hacmi ve bir spiralin alanı. Ayrıca hacimler ve alanlar arasındaki oranları incelemiştir. Örneğin küre ve silindir; Küre, kendini çevreleyen silindirin hacminin üçte ikisi kadar bir hacme sahiptir. Benzer şekilde, küre, ayni silindirin alanının üçte ikisi kadar bir alana sahiptir (tabanlar dahil).

-APOLLONİUS (M.Ö.262-190) Perge’li Apollonius, “Konikler” eserinde, analitik geometriye o kadar benzeyen bir yöntem geliştirdi ki, çalışmaları 1800 yıl kadar sonra, Kepler’in, Newton‘un ve Descartes’ın çalışmalarına temel oldu. Referans doğruları, çap ve tanjant uygulamaları, koordinatların modern kullanımından farklı değildir. Ancak, Apollonius analitik geometriye çok yaklaşmış olsa da, negatif büyüklükleri hesaba katmadığından, geliştirmeyi başaramamıştır. Yani, denklemler eğrilerle belirleniyor, ancak eğriler denklemlerle belirlenmiyordu. Koordinatlar, değişkenler ve denklemler, belirli bir geometrik duruma uygulanan ikincil kavramlardı.

Kaynak: https://www.bilgiustam.com/analitik-geometri-nedir-tarihcesi/

-HİPPARKHOS (M.Ö.190-120) bir Yunan astronom, coğrafyacı  ve matematikçiydi. Hipparkos, matematiğin bir dalı olan trigonometriyibulmasının yanında yeryüzündeki her noktanın yerini enlem-boylamdereceleriyle belirtme yöntemini ilk uygulayan kişi oldu. Matematiksel astronomide, trigonometrinin kurucusu olarak kabul edilir, ancak en çok ekinoksların devinimini tesadüfen keşfetmesiyle ünlüdür. Trigonometri geliştirdi ve trigonometrik tablolaroluşturdu ve küresel trigonometrinin çeşitli problemlerini çözdü. Güneş ve ay teorileri ile trigonometrisiyle, güneş tutulmalarını tahmin etmek için güvenilir bir yöntem geliştiren ilk kişi olabilir.

-PTOLEMAİOS (BATLAMYUS) (M.Ö.108-168) küresel astronominin sınırları içinde kalan klasik astronomiye ait hesaplamalar, küresel geometriye dayanmaktadır.

Batlamyus'tan yaklaşık üç asır önce yaşamış olan Hipparkhos  açıların kirişlerle ölçülebileceğini bildirmiş ve bir kirişler cetveli hazırlamıştı; ancak konuya ilişkin yapıtı kaybolduğundan, bu cetveli nasıl düzenlediği bilinmemektedir. Bazı yayların kirişlerinin bulunması çok kolaydı ve bu kirişlere ana kirişler adı verilmişti; ama bunların dışındaki yayların kirişlerinin bulunması uzun işlemleri gerektiriyordu. Bu nedenle Batlamyus kirişler cetvelini hazırlarken bir dairenin içine çizilmiş dörtgenlere ilişkin Batlamyus Teoremi'ni (AB. CD + AD. BC = AC. BD) kullanmak suretiyle, açılar toplamı ve farkının kirişlerini (kiriş (A-B), kiriş (A+B), kiriş A/2, kiriş 2A gibi) bulma yoluna gitmişti.

Antik Yunanlar'ın gök bilimine yaptıkları en önemli katkı, yıldızları kadir derecelerine göre sınıflandırmaya çalışmış olmalarıdır. Astronomi terimi eski Yunanca'daki astron ve nomos (άστρον et νόμος) sözcüklerinden türetilmiş olup, «yıldızların yasası» anlamına gelir. 

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Astronomi

Eski Yunan filozoflarının en ünlüsü olan Aristoteles (MÖ 384-322) in savunduğu, Yer'in hareketsiz olduğuna ilişkin inanç Yeniçağ başlarına dek sürmüştür. Aristoteles'e göre eğer dünya dönüyor olsaydı bu hareketi hissetmemiz gerekir, rüzgar hep dünyanın dönüş yönünün tersine eser, bulutlar ve kuşlar geride kalırdı.

Eskiçağ'ın en büyük gözlem bilgini Nilaia'lı (İznik'li) Hipparkhos (MÖ 190-120)un astronomi konulu eseri günümüze erişememişse de Claudios Ptolemaios'un (Batlamyus MÖ 108-168) Almagest (Büyük Derleme) adlı ünlü yapıtı aracığıyla bu eser hakkında bilgi edinilebilmiştir.

Kaynak: Zeki Tez - Astronomi ve Coğrafyanın Kültürel Tarihi

-ARİSTHARKOS (M.Ö.320-250) 'güneş merkezli evren' sistemini öngörerek dünyanın güneş çevresinde döndüğünü söyler, güneşin büyüklüğünü ve dünyaya olan uzaklığını teleskop olmadan kestirmeye çalışır.

-HİPPARKHOS (M.Ö.190-120) 850'yi aşkın en parlak yıldızlardan oluşan, orijinali günümüze ulaşmayan, ilk doğru yıldız haritasını ve yıldız katalogunu hazırlamıştır. Ayrıca gözlemlerine dayanarak takımyıldızları tasvir eden bir gök küresi inşa etti. Ay'ın hareketinin tekdüze olmadığı, hızının değiştiği, uzun zamandır biliniyordu. Buna anomali denir ve kendi periyotu, anomalistik ay ile tekrar eder. Hipparchus, Ay'ın anomalisinin belirli evrelerinde Ay'ın üç konumundan parametreleri bulmak için geometrik bir yöntem geliştirdi. Hipparchus'tan önce, gökbilimciler mevsimlerin uzunluklarının eşit olmadığını biliyorlardı. Hipparchus ekinoks ve gün dönümü gözlemleri yaptı. Hipparchus'un çözümü, Dünya'yı Güneş'in hareketinin merkezine değil, merkezden biraz uzağa yerleştirmekti. Bu model, Güneş'in görünen hareketini oldukça iyi tanımladı. Bugün Dünya da dahil olmak üzere gezegenlerin Güneş etrafında yaklaşık elipsler halinde hareket ettikleri biliniyor, ancak Johannes Kepler 1609'da ilk iki gezegensel hareket yasasını yayınlayana kadar bu keşfedilmedi. Hipparchus ve onun öncülleri, astronomik hesaplamalar ve gözlemler için gnomonusturlap ve  çemberli küre gibi çeşitli araçlar kullandılar. Astronomi tarihçisi, matematik astronomu ve Paris Gözlemevi müdürü Jean-Baptiste Joseph Delambre, 18. yüzyılda (1821) astronomi tarihinde, Hipparchus'u Johannes Kepler ve James Bradley ile birlikte tüm zamanların en büyük astronomları olarak kabul etti.

-PTOLEMAİOS (BATLAMYUS) (M.Ö.108-168) İskenderiyeli Yunan matematikçi, coğrafyacı, astronom ve müzik teorisyeniydi ve üçü daha sonra Bizans, İslam ve Batı Avrupa bilimi için önemli olan yaklaşık bir düzine bilimsel tez yazmıştır. 9.yy'da Arapça'ya tercüme edilmiştir. Bugün batı dünyasında Almagest adıyla anılan kitapta yer merkezli evren modelini kusursuz hale getirmiştir. Orijinal adı He Mathematike Syntaxis’tir. Yunan ve Babil uygarlıklarının gök bilgilerinin bir derlemesidir. Derlemenin çoğu kendisinden üç yüzyıl önce yaşamış olan Hiparkus'a dayanır. Bu eser daha sonra Megale Syntaxis (Büyük Derleme) olarak anılmış ve Arapçaya el-Mecistî biçimine dönüşmüş, daha sonra Arapçadan Latinceye çevrilirken Almagest olarak adlandırılmıştır. Almagest, on üç kitaptan oluşur; 

  • Birinci Kitap, kanıtlarıyla birlikte yermerkezli dizge'nin ana çizgilerini verir;
  • İkinci Kitap, Menelaus'un teoremiyleküresel trigonometri bilgilerini ve bir kirişler tablosunu içerir; burada örnek problemler de çözülmüştür;
  • Üçüncü Kitap, Güneş'in hareketini ve yıllık süreyi anlatır;
  • Dördüncü Kitap, Ay'ın hareketini ve aylık süreyi konu edinir;
  • Beşinci Kitap, aynı konularla ilgilidir. Ay'ın ve Güneş'in mesafelerini tartıştığı gibi, bir usturlabın yapılışı ve kullanılışı hakkında da ayrıntılı bilgiler sunar;
  • Altıncı Kitap, gezegenlerin kavuşumları ve karşılaşımlarını, Güneş ve Ay tutulmalarını inceler;
  • Yedinci ve Sekizinci Kitap, durağan yıldızlarla ilgilidir; meşhur devinme tartışmasını, Batlamyus'un durağan yıldızlar kataloğunu ve gök küresi aleti yapabilmek için gerekli yöntem bilgisini içerir;
  • Geriye kalan beş kitap ise devingen yıldızların, yani gezegenlerin hareketlerine ayrılmıştır ve yapıtın en özgün kısmıdır.

Batlamyus'un Dünyası :

-JULYEN TAKVİMİ Jül Sezar tarafından MÖ 46 yılında kabul edilen ve Batı dünyasında 16. yüzyıla kadar kullanılan takvim. Artık yıl  hesaplamasındaki ufak bir fark sonucu yaklaşık her 128 yılda bir günlük bir kayma oluşturduğu için, 1582 yılında yerini Gregoryen takvimi almıştır. Jül Sezar o zamana kadar kullanılan takvimdeki karışıklıkları çözmesi için İskenderiyeli astronomi bilgini Sosigenes'ten yardım alır. Sosigenes bir yılı 365,25 gün alarak oluşan mevsim kaymalarını düzeltmeyi hedeflemiştir. Böylece 4'e tam bölünemeyen yıllar 365 gün olmuş, bu yıllardan artan çeyrek günlerse 3 yılın ardından gelen artık yıla eklenerek, artık yılı 366 güne çıkarmıştır. Ayrıca bir yılın 12 ay kalabilmesi için artık yıllarda aylar 6 ay 30, 6 ay 31 gün olacak şekilde düzenlenmiştir. Artık olmayan yıllarda ise yılın son ayından 1 gün çıkarılmıştır. Bu da o dönemde yılbaşı mart olduğundan dolayı şubat ayının artık yıllarda 30, diğer yıllarda ise 29 gün olmasını getirmiştir. Ayrıca takvim düzenlemesini yaptığı için Jül Sezar temmuz ayının ismini değiştirerek kendi adını (July) vermiştir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

Eski Yunan sanatı insan fiziğinin ideal oranlarda temsiline yoğunlaşmış,

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat

Perspektif Tarihi:

 

Fizik, maddeyi, maddenin uzay-zaman boyunca hareketini ve davranışını, ilgili enerji ve kuvvetlerin varlığını inceleyen doğa bilimidir. Bir diğer bakıma fizik, en temel bilimsel disiplinlerden biridir ve temel amacı evrenin nasıl işlediğini anlamaktır. Eskiçağın Düşünce dünyasına damgasını vuran Aristoteles, mekaniğin özellikle kinematik, yani hareketin özellikleriyle ilgili dalında ciltler dolusu etkili görüşler ileri sürmüş, bu görüşler ikibin yıl boyunca bir yetke (otorite) olarak gündemde kalmış ve ardılları, deneyden uzak durarak yalnızca spekülatif (kurgusal) araştırmalara ilgi göstermiştir. Eskiçağ'ın Helenistik döneminde statik, mekanik, hidrostatik ve hidrodinamik dalında en parlak kişilik Siracusa'lı Arkhimedes (Arşimed MÖ 287-212) olup, bu çağın ilk fizik eseri de onun tarafından kaleme alınmıştır. Arkhimedes 'bileşik kaplar' ilkesinin nedenin, 'sıvı düzeylerinin, yerin merkezinden eşit uzaklıkta olması' ile açıklıyordu. Bu tanımla; dünyanın küre şeklinde olduğu ve yerçekimi kuvvetlerinin doğası açık bir biçimde ifade edilmektedir. Arkhimedes, kuramsal matematik bilgilerini, mühendisliğin mekanikle ilgili sorularına çözüm getirecek şekilde ilk uygulayan bilgindir.

Dönemin en ünlü bilim merkezi olan İskenderiye okulunun temsilcileri olarak İskenderiye'li Ktesibios (MÖ 3.yy.) Byzantion'lu Philon (MÖ 2.yy.) ve İskenderiye'li Heron (50-120) gibi otomat ustaları; akışkanlar statiği, pnömatik ve hidrolik konularına eğilerek çeşitli teknik makineler ve makine öğeleri geliştirmişlerdir. (hidrolik org, emme tulumba, su saati, hidrolik ve sifon düzenekleri, mancınık ve çeşitli savaş araçları, hidrostatik ve pnömatik otomatlar) Bunların öncellerinden Tarnetum'lu Arkhytas'ın (MÖ 430-345), iç kısmında metal yaylar bulunan ve sıkışmış hava ile çalışan, dışı ahşaptan yapılı, uçan güvercin yaptığı söylenmektedir. Romalılar soyut ve kurgusal düşünce sistemleri üretmemiş, bilim, sanat ve din gibi toplumsal kurumları Antik dönem uygarlıklarından devralarak kendi yaşam biçimlerine uyarlamışlardır. Roma döneminde ünlü ozan Titus Lucretus Carus (MÖ 96-55) Demokritos'un atomcu düşünceleri üzerine açıklamalarda bulunmuştur.

İskenderiye'li ünlü astronom Theon'un (4.yy.) kızı olan ve Patrik Kyrillos'un (Kyril) (yönetimi 412-444) kışkırtmasıyla 415 yılında İskenderiye'li halk tarafından linç edilen ünlü kadın düşünürve matematik bilgini Hypatia (370-415), sıvıların özgül ağırlığını belirleyecek 'hidroskop' ya da 'hidrometre' diye adlandırılan aleti geliştirmiştir. Tüp şeklindeki bu aletin içine belirli bir ağırlık konularak özgül ağırlığı ölçülecek sıvıya daldırılmakta, areometre ya da dansimetrenin çalışma ilkesine benzer şekilde tüpün sıvıya batma derinliğinden hareketle sıvının özgül ağırlığı belirlenmekteydi.

Kaynak: "Fiziğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2021

Sokrates öncesi düşünürler yaşam hakkında çok soru sordular ancak özellikle biyoloji ile ilgili çok az sistematik bilgi ürettiler. Yine de atomcuların yaşamı yalnızca fiziksel terimlerle açıklama çabaları biyoloji tarihi boyunca dönem dönem ortaya çıkmıştır. Ama Hipokrat ve takipçilerinin tıbbî teorilerinin, özelikle mizaç kuramının etkisi kalıcı olmuştur.

-ARİSTOTELES (M.Ö.384-322) deniz canlılarının aytınrtılı gözlemlerini yapıyor; hayvanların oluşumu ve sınıflandırılması konusuna eğiliyor; Historia Animalium (ya da De Anima) (Hayvanlar üzerine Araştırmalar), De partibus animalium (Hayvan Bedeninin Bölümleri Üzerine), De Motu Animalium (Hayvanların Hareketi Üzerine), De İncesu Animalium (Hayvanların Yürüyüşü Üzerine), Parva Naturalia (Doğa Üzerine Notlar) ve De Generatione Animalium (Hayvanların Oluşumu Üzerine) gibi eserler veriyor.

Kaynak: Biyolojinin Kültürel Tarihi - Zeki Tez

Düşünür Aristoteles Klâsik Antik Çağın yaşayan dünya hakkında en nüfuzlu bilginiydi. Her ne kadar doğa felsefesi hakkındaki ilk eserleri spekülatif olsa da biyoloji hakkında verdiği daha sonraki eserlerinin çoğu ampirik (deneyim) kaynaklıydı ve biyolojik nedensellik ile yaşamın çeşitliliği üzerineydi. Özelikle çevresinde bulunan bitki ve hayvanların nitelikleri ve yaşam biçimleri hakkında sayısız doğa gözlemi yapmıştır ve kategorizasyona büyük önem vermiştir. Aristoteles 540 hayvan türünü sınıflandırmış ve en az 50'sini keserek incelemiştir. Entelektüel amaçların ve formel nedenin tüm doğal süreçleri yönlendirdiğine inanmıştır.

Aristoteles ve ondan sonra 18. yüzyıla kadar gelen tüm Batı âlimleri, yaratıkların bitkilerden insanlara, giderek artan bir mükemmeliyet skalasında ( scala naturae ya da Büyük Varlık Zinciri) yer aldığına inanmıştır. Aristoteles'in Lykeion'daki halefi Theophrastus, botanik üzerine Bitkilerin Tarihi adında bir seri kitap yazmıştır ki antik çağların botanik üzerine en önemli katkısıdır. Theophrastus'un kullandığı terimlerin birçoğu, örneğin meyve için carpos ve tohum kanalı için pericarpion gibi günümüzde hâlâ kullanılmaktadır. Gaius Plinius Secundus da bitkiler ve doğa hakkındaki bilgisi nedeniyle tanınmıştır ve zoolojik tanımlamaları bir araya getirmiştir.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

 

-THEOPHRASTOS(M.Ö.372-287) Botanik biliminin kurucusu sayılır. Aristoteles'in halefi olan Theophrastos, Aristoteles'in ölümünden sonra, Akademi'nin başına geçmiştir. Aristoteles'in hayvanlar dünyasıyla ilgili sınıflamasını, bitkileri de kapsayacak şekilde genişletmiştir. Atina'da tıbbi bitkilerin yetiştirildiği bir botanik bahçesi kuruyor. Peri Phyton Historia (Bitki Araştırmaları Üzerine) ve Peri Phyton Aition (Bitkilerin Nedenleri Üzerine) adlı iki önemli eserinde bitkilerin sınıflandırılması ve filolojisi üzerine bilgiler veriyor.

-HEROPHİLOS (M.Ö.315-280) Khalkedon'lu (Kadıköylü) hekim ve anatomist insan bedeninde ilk kez bir açımlama (diseksiyon) yapıyor. Aynı zamanda 600 canlı mahkum üzerinde de canlı açımlama (vivseksiyon) çalışmaları yapıyor. Diseksiyon, Herophilos'un ölümünden 1600 yıl sonra, modern çağların başlarında Vesalius tarafından yeniden başladı. Damaların kan taşımasını belirledikten sonra atardamarın işlevini tanımladı. Nabız ölçme sistemini geliştirdi. Beyni, sinir sistemini, gözün yapısı ve görme duyusu ile ilgili sinir sitemini keşfetti. Terminoloji kullandı. Karaciğer, pankreas ve sindirim sistemi, tükrük bezleri ve genital organlar hakkında anatomik araştırmalar yaptı.

Kaynak: Biyolojinin Kültürel Tarihi - Zeki Tez

-DİOSKORİDES (M.Ö.20-79) Perihyles Iatrikes (De Materia Medica) (İlaç Bilgisi Üzerine) adlı ünlü eserini kaleme alıyor. 5 bölümden oluşmaktadır. 660'den fazla bitkisel, 35 hayvansal ve 90 kadar madde ele alınmıştır. Eser ilerleyen yüzyıllarda Arapçaya Kitab-al Haşayiş olarak çevrilmiştir. Bu kitap 1500 yıl boyunca tedavi kitaplarının ana kaynağı olarak kullanılmıştır. Kitap 5 bölümden oluşur ve aşağıdaki gibi sıralanmıştır. Bölüm 1. Kokulu bitkiler, yağlar, merhemler ve ağaçlar. Bölüm 2. Canlılar süt ve süt mamulleri. Bölüm.3. Kökler, usareler ve otlar Bölüm.4. Otlar ve kökler Bölüm 5. Şaraplar ve anorganik maddeler. Kitapta geçen bitkilerin çoğu, Anadolu ve Akdeniz bölgesi bitkileri olup, halen tedavi amacıyla kullanılmaktadır. Bu kitap Anadolu tıbbı bitkilerin ve florası hakkında en eski ve en önemli kaynaktır.

Kaynak: Wikipedia / Dioskorides

-PİLİNUS (Galius Pilinus Secundus)(M.S.23-79) Yaşlı Pilinus 37 Ciltlik Naturalis Historia adlı ünlü eserini kaleme alıyor. Her ne kadar ansiklopedik bu kitabın ismi 'Doğa Tarih' anlamına gelse de içeriği; astronomi, matematik, coğrafya, etnografi, anropoloji, insan fizyolojisi, zooloji, botanik, tarım, bahçecilik, farmakoloji, madencilik, mineraloji, heykel, resim ve değerli taşlar hakkında, dönemin tüm bilgisini kapsamaktadır.

Kaynak: Wikipedia / Pilinus

-Bergamalı GALEN (M.S.129-216) tıp doktoru, bilim insanı ve filozof. Antik Roma'nın en önemli hekimlerindendir. Deneysel fizyolojinin kurucusu ve Roma dünyasının ilk spor hekimi olarak kabul edilmiş ve Hekimlerin İmparatoru, Şeyhû’s Seyadile (hekimlerin babası) gibi unvanlarla anılmıştır. Galen’in tıbbi görüşleri “Galenizm” olarak adlandırılır ve yüzyıllar boyunca tıpta etkisini sürdürmüştür. Tıbbın yanı sıra farmakoloji alanında da yeni teoriler geliştirmiştir. Öte yandan Galen'in İslam tıb dünyası üzerinde büyük etkisi olduğu bilinmektedir. Hipokrat'ın tıp bilimine tamamıyla hâkim olan Galen, bu bilim dalını orijinal ilkelere göre yeniden düzenlemiştir. Galen ününü özellikle araştırma metoduyla kazandı. Galen'e göre analizler hastalıkların incelenip iyileştirilmesinin temelini oluşturur. Anatomi çalışmalarını basit yapılı hayvanlar üzerinde yapmıştır. Berberi şebeği üzerinde yaptığı incelemeler onu insan anatomisi üzerinde çalışmaya yöneltti. Kas ve kemikleri ayrıntılı inceledi. Kafa sinirlerinin yedi çiftini ve kalp kapakçıklarını tanımladı. Toplardamar ve atardamar arasındaki farkları saptadı. O devirde atardamarın hava taşıdığı düşünülüyordu. Atardamarın hava değil, kan taşıdığını ortaya koydu. Tüm bunlara karşın kanın vücutta dolaştığını fark edemedi. İnsan sağlığının ve hastalığının dört vücut sıvısı (kan, safra, kara safra, balgam) arasındaki dengeye bağlı olduğuna inanıyordu.

Kaynak: Wikipedia/Galen

 

 

 

M.Ö. 400 FESLEFENİN, akılcılığın ve muhakemenin başlamasıyla birlikte prestijli Mimari, ziyafet ve şölenler için spor salonları ve tiyatorlarıyla geniş saraylar inşa eder. Belki de Amerika dışında ilk küresel, kültür ve ticaret ağı doğdu. Büyük İskender (M.Ö.336-323) ile birlikte Helenistik sanat ve kültür uzak doğuya kadar uzanmış, dünyayı siyaset, mimari ve felsefede değiştirmeye başlamıştır. Dolayısıyle Çin'de Buda'nın heykel sembolizmi başlar. Ağırlıkların ve ölçülerin standardizasyonu. İpek yolunu, Sardeis'i Susa'ya bağlayan ilk organize yol sistemi. Mısır ile ticari ilişkilerin artması Yunan Mimarisini, taşın yapıdaki kullanımından (stürüktür) başlayarak (daha önce duvarlarda kullanılmıştı), ziyafet ve festivaller sosyalleşmenin esas amacı olmasına rağmen, mitolojik hikayelerin tapınak mimarisine eklemlenmesiyle önemli ölçüde değiştirmeye başlar. Yunan Mimarisinin mirası iki farklı yönde hareket ediyor: Romalılar (M.Ö. 27-M.S. 330) tarafından batıya ve Avrupa'ya yayıldı. Yavaş yavaş kaybolsa da, fikirleri ve idealleri 15. yüzyılın başında Rönesans'la birlikte yeniden canlandı. Büyük İskender'le doğuya doğru ve Hint Mimarisi, 13. yüzyıl Khmer İmparatorluğu ve hatta 19. yüzyıl romantikleri üzerinde batılı ve batılı olmayan mimaride önemli bir etkiye sahipti. HELENİSTİK KENTLERDE şehircilik ve mimari ilk kez örtüşmeye başlar. Priene, Pergamon, İskenderiye, Europos, Delos ve Rodos'ta tiyatrolar, tapınaklar, villalar, saraylar, kütüphaneler, stadyumlar ve sokaklar eşit derecede önemliydi.

MAURYAN HANEDANLIĞI (M.Ö 322-185) ve ERKEN BUDDHİZM Hindistan, Yunan ve Fars kültürünün teması ile mimaride ve heykelde ahşaptan taşa kayıyor.

0 (MİLAT) ROMALILAR, toplamda yaklaşık 400.000 km olduğu tahmin edilen, taş döşeli, yaya yolları ve drenaj hendekleriyle çevrili yollarıyla bugün hala ünlüler. Romalılar betonu binalarda sulu kireç, puzolan külü ve yumruk boyutlu kayaların karışımı olarak kullanıyorlardı. Sanayileşmiş tuğla üretimi ve mobil fırınlar. Ve ROMA KENT VİLLALARI, atriyumlar, çeşmeler, yemek odaları, özel hamamlar, kuleler, sütunlar, balık havuzları, şölenin sosyal değerler üzerinde büyük öneme sahip olması, evde ebedi alev yanması, hatta bazı mitotlojik sembolizm ve ritüellerle ünlüdür.AUGUSTUS İLE ROMANIN YENİDEN İNŞAASI. Marcus Vitruvius Pollio "De Architectura", "Mimarlık Üzerine On Kitap" ı yazıyor. Kitap, inşaat malzemeleri, yer seçimi ve hatta Mimarlık eğitimi hakkındadır. Dönemin Mimarisinin ayrıntılı bir eleştirisi. Dor, İyonik, Korint düzenleri, oranlar, firmitas, utilitas ve venustas (dayanıklılık, kullanışlılık ve güzellik). Vitruvius'un Roma Mimarisi üzerindeki etkisi çok azdı, ancak bu eserin bir kopyası 1414'te İsviçre'deki Saint Gall manastırı kütüphanesinde keşfedildiğinde, önündeki üç yüzyıl boyunca Avrupa'daki Mimari teorinin temeli oldu.

M.S. 200 Greklerde bir liman ticaret kenti ile başlayan MILETUS, Helenistik dönemde yarı bağımsız bir şehir devleti haline gelir. Dini ve şarap ihracatı yapan bir şehir olduğu halde, Roma İmparatorluğu ile bir sağlık beldesine dönüştü. Yunan Tiyatroları, dikkatli ve stratejik bir şekilde doğal manzaraya yerleştirildi ve çoğu zaman dramatik manzaralara sahipti, oysa Roma tiyatrosu, Roma İmparatorluğu statüsü ve dini konuların bir sembolü olarak kentsel bir mimari unsur oldu. Zamanında Arşimet tarafından yapılmış olan, kürenin ve silindirin birbirlerine göre hesaplamaları üzerine inşa edilen eşsiz kubbesiyle PANTHEON; Bir heykel değil ancak ışık Roma Tanrısı Jüpiter'in sembolü oldu, Archeoastronomi'nin iyi hesaplanmış ve güzel bir örneğidir. Bina, doğudaki dini fikirlerin Roma'nın tam kalbine ithalatı olarak algılanabilir. ROMA'NIN DİKEY YÜZEYLERİ; Duvar, üzerinde bazı özel süslemeler ve heykeller ile ilk kez başlı başına bir mimari unsur haline geldi.Kasaba evleri ve kır villalarında ROMA'NIN BANYOLARI, özellikle şehirlerdeki hamamlar; havuzları, spor salonları, okuma salonları ve kütüphaneleriyle, sağlık, eğitim ve eğlence merkezleri haline geldi.

M.S. 300 İmparator Konstantin, Hıristiyanlığı Roma Devletinin resmi dini olarak ilan eder ve bununla birlikte Levant'taki en geniş ve en uzun soluklu inşaat projeleri dönemine son verir.

Üçüncü yüzyılda ÇİN'DE bambu, ahşap ve ipek yerine kağıt yaygın olarak kullanıldı. Kağıt, yedinci yüzyılda Kore ve Japonya'ya ve on ikinci yüzyılda da büyük olasılıkla Orta Asyalılar ve Araplar aracılığıyla Avrupa'ya ihraç edildi. M.S. 132'de su saatlerinin, güneş saatlerinin, astronomik aletlerin ve hatta bir sismografın varlığı, Hannların teknolojik ve bilimsel gelişmişliğini kanıtlıyor. Çin'deki QIN şehri, merkezinde bir balina heykeli ile dünya okyanuslarını temsil eden yapay bir göl de dahil olmak üzere Çin İmparatorluğu'nun bir mikrokozmosu olarak tasarlandı. Yakınlarda, Changa, cennetin kendisinden daha azını temsil etmeyecek şekilde tasarlandı. Mutlak gücün, Arsitokratik ayrıcalığın ve askeri gücün bir uzantısı olduğu Avrupa'nın aksine, ortaya çıkan Çin geleneği İmparatorun gücünü ilahi iradeye bağlı olarak yorumladı.

MESOAMERİCA - TEOTIHUACAN Bu arada, Mezoamerikanın insan kurban eden kültürleri, güneşte kurutulmuş tuğlalardan yapılmış, alçı kaplı ve boyanmış, yeryüzünün, güneşin, ayın ve venüsün astronomik döngü ve konumlarına göre hizanlanmış devasa piramitler ve ızgara planlı şehirler inşa ediyorlardı.

Kaynak: A Global History of Architecture

MANTIK

Logic

Mantık ya da eseme, bilginin yapısını inceleyen, doğru ile yanlış arasındaki akıl yürütmenin ayrımını yapan disiplindir, doğru düşüncenin aletidir. Önceleri bir felsefe dalıyken daha sonra kendi başına bir ihtisas alanı olmuştur. Matematik ve bilgisayar biliminin de parçası haline gelmiştir. Bir disiplin olarak Aristoteles tarafından kurulmuştur. Aristoteles'den etkilenen Farabi tarafından iki kısımda kategorize edilmiştir. (düşünce ve sonuç) İbn-i Sina geçicilik ve içerme arasındaki ilişkiyi geliştirmiştir. Çağdaş zamanlarda Frege, Russell ve Wittgenstein önemli katkılar yapmıştır.
Mantığın Yükselişi, Düşüşü ve Yeniden Yükselişi: Mantık Nedir?

Mantıksal düşünmek keşfetmenin mi yoksa tartışmanın mı bir yoludur ? Felsefe ve matematiğin yanıtları insan bilgisini tanımlıyor. Mantık tarihi, doğru –ya da en azından makul- düşünmeye istekli olan herkesin ilgisini çekmelidir. Bu öykü, entelektüel sorgulamaya ve daha genel anlamda insan bilişselliğine yönelik farklı yaklaşımların tasvirini sunar. Mantık tarihi üzerine derinlemesine kafa yormak bizi makul bir bilişsel özne olmanın ve düzgün bir biçimde düşünmenin ne demek olduğunu düşünmeye zorlar. Yanıt başkalarıyla tartışmaya girmek midir? Kendimizi düşünmek midir? Hesaplamalar yapmak mıdır?

Saf Aklın Eleştirisinde (1781) Immanuel Kant, Aristoteles’ten bu yana mantıkta hiçbir ilerleme kaydedilmediğini ifade etmişti. Bu nedenle o kendi zamanındaki mantığın nihai noktaya ulaşmış olduğu sonucuna ulaşmaktaydı. Yapılacak daha fazla bir iş yoktu. İki asır sonra, 19. ve 20. yüzyıllardaki şaşırtıcı gelişmelerin ardından, George Boole, Gottlob Frege, Bertrand Russell, Alfred Tarski ve Kurt Gödel gibi düşünürler tarafından mantığın matematikselleştirilmesiyle birlikte, Kant’ın tamamen yanılmış olduğu açıktır. Ancak o mantık hakkında Aristoteles’ten kendi zamanına kadar hiçbir ilerleme kaydedilmediğini düşünürken de yanılmıştı. J M Bocheński’nin A History of Formal Logic’ine (1961) göre, mantığın altın dönemleri antik Yunan dönemi, Orta Çağ skolastik dönemi ve 19-20. yüzyıllardaki matematik dönemiydi. (Bu eser boyunca, Antik Yunan mantığının arka planında ortaya çıkan mantıksal gelenekler üzerinde durulmaktadır. Bu sebeple Hint ve Çin mantığı dâhil edilmemiş, ancak Orta Çağ Arap mantığı dâhil edilmiştir.) Peki, Kant Skolastik geleneği neden göz ardı etti? Ve daha genelde, Skolastik dönemden sonra mantığın “düşüş”ünü açıklayan şey nedir? Mantık, modern dönemde eğitim müfredatının önemli bir parçası olarak kalmış olsa da o dönemde konuşmaya değer temel yenilikler yoktu (17. Yüzyılda Gottfried Wilhelm Leibniz tarafından ortaya konulan bazı gelişmeler hariç). Doğrusu, Skolastik başarının çoğu kaybolmuştu ve bu dönemde öğretilen mantık (Kant’ın atıfta bulunduğu) çoğunlukla ilkeldi. Elbette skolastik mantığın düşüşü bir anda gerçekleşmedi ve bazı bölgelerde (örneğin İspanya) skolastik gelenekteki yenilikçi çalışmalar 16. yüzyıla kadar ortaya çıkmaya devam etti. Bununla birlikte, genel konuşursak, Orta Çağ’ın sona ermesinin ardından Skolastik mantık üniversitelerdeki eğitimsel amaçlar dışında (ancak yine hafifletilmiş biçimlerde), gitgide daha az belirgin hale geldi. Skolastik mantığın düşüşünün birçok nedeni vardı. Muhtemelen en ünlüsü, Lorenzo Valla gibi Rönesans yazarlarının yaptığı yıkıcı eleştirilerdi. Bu düşünürler skolastik mantığın uygulanabilirlikten yoksun oluşundan şikâyetçiydi. Örneğin Valla silojizmleri – iki öncül ve bir sonuçtan oluşan,  ‘Bazı / Tüm / Hiçbir A B’dir (değildir)’ şeklinde olan ve sonuçlarının doğruluğunu zorunlu kılan argümanlar – doğal konuşma ve tartışma biçimlerinden çok uzak olması nedeniyle hatipler için bir işe yaramayan yapay bir akıl yürütme türü olarak gördü. Onlar, skolastik yazarların çirkin, ağır, yapay ve aşırı teknik Latincesini sert bir şekilde eleştirdiler ve Cicero ve Vergil’in klasik Latincesine dönmeyi savundular. Bu eleştirmenler çoğunlukla skolastisizmin hâlâ norm olduğu 15. yüzyıl üniversite sisteminde yer almamıştı. Bunun yerine, onlar memur olma eğilimindeydi ve bu yüzden genellikle siyaset, yönetim ve sivil yaşam ile meşgul oldular. Retorik ve ikna ile mantık ve ispattan daha çok ilgilendiler. Modern dönemde mantığın giderek önemini kaybetmesinin bir diğer nedeni, diyalektik entelektüel sorgulama yöntemlerinin büyük ölçüde terk edilmesiydi. René Descartes’in bir pasajı – evet, şöminenin yanında bir ropdöşambır içinde tek başına otururken bütün bir felsefi sistemini inşa eden adam – bu değişimi özellikle üzücü bir şekilde temsil ediyor. Felsefenin İlkeleri‘nde (1644) genç bir öğrencinin eğitiminin nasıl ilerlemesi gerektiğinden bahsederken o şöyle yazmıştı: Bundan sonra onun mantık çalışması gerekir. Böyle derken okullarda öğretilen mantığı kastetmiyorum, çünkü bu kesinlikle başkalarının zaten bildiği şeyleri açıklamanın yollarını veya bilmediği şeyleri hüküm vermeden ileri sürmeyi öğreten bir diyalektikten başka bir şey ifade etmiyor. Bu tür bir mantık akl-ı selimi iyileştirmekten ziyade onu bozar. Ben bunu değil, bilmediğimiz gerçekleri keşfetme amacıyla aklımızı yönlendirmemizi öğreten türden bir mantığı kastediyorum. Descartes, okullardaki mantığın (skolastik mantık) gerçek bir keşif mantığı olmadığını iddia ettiğinde onun kafasına adeta bir çivi vurmuştu. Onun başlıca amacı, özellikle muhatapların zaten bildikleri şeyleri açıkladığı ve tartıştığı diyalektik uygulamalarının arka planına karşı makul bir gerekçelendirme ve serimleme sunmaktır. Gerçekten de, mantık tarihinin büyük bölümü boyunca, hem Antik Yunan hem de Ortaçağ Latin geleneğinde, ‘diyalektik’ ve ‘mantık’ eş anlamlı olarak kabul edildi. Descartes’ın zamanına kadar mantıksal teorilerin başlıca uygulaması öğrencilere münazara ve tartışmalarda nasıl iyi bir performans göstereceklerini öğretmek ve bu tür argümantatif pratiklerin temel bir ögesi olduğu ölçüde birbirini takip eden şeylerin mantıksal niteliklerini teorileştirmekti. Öte yandan herkesin mantığı bu şekilde algılamadığı da doğrudur. Örneğin Thomas Aquinas mantığın “ikincil niyetler” -kabaca bizim ikinci dereceden kavramlar veya kavramların kavramları dediğimiz şeyler- hakkında olduğunu savundu. Ancak 16. yüzyıl kadar geç bir dönemde İspanyol teolog Domingo de Sato ‘diyalektiğin tartışmanın sanatı ve bilimi’ olduğunu özgüvenle yazabildi. Geleneksel mantık ve münazara pratikleri arasındaki sıkı bağlantı klasik Helenistik döneme kadar uzanmaktadır. Entelektüel faaliyet, Platon’un diyaloglarında kaydedildiği gibi, doğası gereği diyalojik bir meseleydi. Bu diyaloglarda Sokrates, tartışma boyunca muhataplarının başlangıçta söylediği şeyin tersini kabul ettiği noktada kendi soru ve cevaplarını da değiştirdiği bir çürütme/reddiye (elenchus) pratiği uygular. Ve Aristoteles’in mantıkla ilgili metinlerinden ikisi, Topikler ve Sofistik Çürütmeler, açıkça diyalektik pratikleriyle ilgilidir ve yapısal özelliklerinin soyut açıklaması yoluyla bu uygulamaların sistematik bir sınıflandırmasını içerir. Aristoteles’in mantıkla ilgili en soyut eseri olan Birinci Çözümlemeler, diyalektik kelime dağarcığına ve münazara pratiklerine verilen referanslarla doludur. Örneğin o birinin kanıtlamak istediği sonuca ulaşması için bulması gereken doğru öncüller meselesini inceler –bir tür tersine mühendislik. Burada ele alınan teknikler öncelikle münazaralar için faydalıdır. Eğer bir tartışmacı muhatabını P önermesinin doğruluğuna ikna etmek istiyorsa, P’yi gerektiren ve muhatabının da kabul edebileceği önermeleri aramalıdır. Eğer karşı taraf bir araya geldiklerinde P’yi gerektiren T ve Q önermelerini kabul ederse böylece P’yi kabul etmeye de mecbur kalır. Şurası açık ki, Descartes’ın daha sonra yakınacağı gibi, bu başkalarıyla tartışmak ve onları ikna etmek için en uygun yaklaşımdır, yeni gerçekleri keşfetmek için değil. Diyalektiğin şöhreti geç antik çağ boyunca devam etti. Orta Çağ Latin döneminde diyalektik ‘skolastik tartışma’ olarak bilinen şeyin ortaya çıkışıyla kurumsallaştığı için tartışma bir odak noktası olarak daha da ön plana çıktı. Skolastik tartışma oldukça katı kurallara dayanan, biçimlendirilmiş ve titiz bir tartışma prosedürüdür. Antik Yunan’daki tartışma yöntemlerinden esinlenmiştir ve erken Orta Çağ manastırlarında daha da geliştirilmiştir. (muhtemelen sürpriz biçimde, onlara tefekkürlü bir yaşamdan dolayı itibar gösterilmiştir.) Doruk noktasına ise 12. yüzyılda, metin yorumlaması ile birlikte başlıca öğretim yöntemi haline geldiği üniversitelerin doğuşu ve yayılmasıyla ulaşmıştır. Ve tartışmaların etkisi üniversitelerin çok ötesine geçerek kültürel yaşamın birçok alanına doğru genişlemiştir. Böylece tartışmalar, Orta Çağ Avrupa’sındaki entelektüel sorgulamanın temel yaklaşımlarından birisi haline gelmişti. Tartışma bir önermeyle başlar ve önermenin lehine ve aleyhine olan argümanların incelenmesi ile devam eder. Bu prosedür Aristoteles’in Topikler’indeki ilk ifadenin bir soru olarak okunabileceği kelime oyununu hatırlatır: ‘X: Evet veya hayır?” Bu oyunda her iki rol tek ve aynı kişi tarafından oynanabiliyor olsa da belli bir önermeye katılmayan ve kendi pozisyonlarını savunmak için argümanlar üreten iki tarafa sahip olduğu için esasen diyalojik bir uygulamadır. Burada amaç basitçe muhatabınızı veya dinleyiciyi ikna etmek olabilir ama bunun sorgulanan konuyu pek çok farklı açıdan inceleyerek o konudaki hakikate yaklaşmak gibi daha derin bir amacı vardır.

Immanuel Kant (1724-1804) Ortaçağ entelektüelleri hem hoca ile öğrenci arasında özel olarak hem de üniversite topluluğunun genel olarak katıldığı halka açık büyük etkinlikler şeklinde pek çok ‘canlı’* tartışma yürüttü. Ancak genel yapı, Orta Çağ yazarları tarafından bazı seçkin metinlerde de genel olarak kullanılmaktaydı. (bazıları, gerçekte yaşanan, reportatio olarak bilinen tartışmaların yazılı versiyonlarıdır.) Mantık kitapları tartışma sanatında mükemmelleşmek için hepsi de bu sanatla ilgili olan safsatalar, sonuçlar, mantıksal yapılar, önermelerin anlamı ve obligationes (son derece biçimlendirilmiş tartışma) üzerine yazılan bölümlerle gerekli eğitimi sağlamıştır (bazıları metin yorumlama gibi alanlara uygulanabilir olsa da). Bu tartışmaların ve konuya ilişkin yazı türlerinin yaygın biçimde var olması ise “tartışmanın kurumsallaşması” olarak tanımlanmıştır. Tartışma kültürünün çöküşü kabaca yeni basım tekniklerinin Avrupa’da tanıtılmasıyla çakışmıştır. Tartışmalar ağırlıklı olarak geç Orta Çağ üniversite kültürüne bağlı olarak yapılırdı. Yukarıdaki pasajda da Descartes anlaşılır biçimde “Okulların Mantığı”ndan söz eder, bu yüzden eğitime olan bütün bir yaklaşımı tartışmalara ve onların altında yatan mantığa bağlı olarak eleştirir. Rönesans düşünürleri, skolastisizmi genel olarak toplum için gerçekten önemli meselelerle meşgul olmadığı için eleştirdi ve ideal entelektüel olarak hatipleri skolastik tartışmacılardan yeğ tuttu. Akademik tartışmaların aşırı biçimciliği yerildi ve onlarla alay edildi, örneğin Moliere’in Le Malade Imaginaire (1673) isimli oyununda ukala ve oldukça ahmak olan Thomas Diafoiris aşk hakkında önemli bir noktaya temas etmek için bazı münazara terimlerine başvurur: Distinguo, Matmazel; tamamıyla o sevilen kişiye sahip olmakla ilgili değildir, concedo bunu kabul ediyorum; fakat hangi anlamda sahip olmak, nego, bunu reddediyorum. Bununla birlikte, tartışma kültürünün çöküşü Skolastik mantığın çöküşünün tek nedeni değildi. Ayrıca skolastik mantık – doğru veya yanlış da olsa – yeni bir bilimsel paradigmanın ortaya çıkmasıyla birlikte modern çağın başlangıcında kaybolmuş olan Aristoteles’in dil ve metafizik anlayışlarına geniş ölçüde bağlı görülüyordu. Her şeye rağmen, tartışmalar bir süreliğine bazı üniversite ortamlarında uygulanmaya devam etti – aslında hâlâ daha doktora savunmalarının törensel niteliğinde yaşıyor. Mesele şu ki modern çağın başlangıcında felsefe tarzında dramatik bir kırılma yaşandı: Thomas Aquinas tarafından yazılan ve baştan sona tartışma odaklı olan Ortaçağ düşüncesinin muazzam eseri Summa Theologica ile Descartes tarafından yazılan ve uzun paragraflar boyunca birinci tekil şahısın tartıştığı İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler kitabını kıyaslayın. Görülen o ki entelektüel sorgulamanın doğası tartışmanın çökmesiyle değişmiştir. Tartışma kültürünün çöküşünün yaklaşık 1440 yıllarında Johannes Gutenberg’in Avrupa’da yeni baskı tekniklerini tanıtmasıyla çakışması tesadüf değildir. Bundan önce kitaplar nadir görülen bir metaydı ve eğitim hocalar ve öğrenciler arasında ders kitaplarının yüksek sesle okunduğu açıklamalı dersler, çeşitli tartışmalar ve sınavlar şeklinde neredeyse sadece sözlü iletişim yoluyla yapıldı. Yaklaşık iki yüzyıl sonra Descartes zamanına gelindiğinde ise bir kişinin kitaplarla (basılı kitapların yaygın kullanılabilirliğinden önce bu düşünülemezdi) kendi kendisini eğitebileceği düşüncesi çoktan kökleşmişti. Dahası, bu dönemde Descartes’ın yukarıda alıntılanan pasajında belirtildiği gibi, “mantık” terimi, skolastiklerin ifade ettiğinden başka bir anlamda kullanılmaya başlandı. Bunun yerine, erken modern yazarlar, Descartes’ın zihinsel işlemler anlayışına ve dil üzerinde düşüncenin önceliğine dayanan etkili ders kitabı Port Royal-Logic’te (1662) örneklendiği gibi yenilik ve bireysel keşiflerin rolünü vurgulamaktadır. Ancak, 21. yüzyıl perspektifinden bakıldığında, Orta Çağ skolastik mantığı, mantık ismini belki de erken modern dönemdeki bu başlık altında yapılan çalışmalardan daha fazla hak ediyor, çünkü o 19. Yüzyılın sonlarından itibaren mantıkla ilişkilendirilmeye başlayan katı ve biçimsel sofistikeliğe daha çok yaklaşıyor.

René Descartes (1596-1650) Modern dönemde birtakım filozoflar mantığın doğasını zihnin yetileri açısından ele almaya başladı. Elbette, bu yine Orta Çağ skolastik düşüncesinde (örneğin 14. yüzyılda yazar Pierre d’Ailly’nin çalışmasında) zaten var olan bir temadır, ancak erken modern dönemde bu baskın görüş haline geldi. Bu ise bizi her şeyden önce mantığı düşüncenin yapısına, böylece -Aristotelesçi kategorileri değerlendirmesinde de olduğu gibi – zihinsel  işlemlere özgüleyen Kant’a geri götürüyor. Kant için, öncülden sonuca çıkarım yapmak gibi özü itibariyle mantıksal olan kavramlar, argümantatif bir durumun içindeki hareketten ziyade zihnin iç işlemleriyle ilişkilidir. Kant’ın mantık hakkındaki görüşlerinin etkisi sürerken, mantık 19. yüzyılda farklı bir yöne, bu sefer matematiğe doğru bir dönüş yaptı. Son derece yenilikçi bir İngiliz matematikçi olan Boole, Mantığın Matematiksel Analizi (1847) ile yepyeni bir araştırma programını başlattı. Gerçi bu yaklaşımın 17. yüzyılda da Leibniz’den ibaret olmayan öncüleri vardı. (Thomas Hobbes da tüm düşüncelerin bir hesaplama meselesi olduğuna inanıyordu.) Ancak Boole’in, ileri matematik dâhil erken eğitiminin büyük bölümünde kendi kendisini yetiştirdiği için önceki gelişmelerden habersiz kaldığı görülüyor. Boole geleneksel mantığın katalog tabanlı yaklaşımına tamamen zıt biçimde bir argümanın doğru olup olmadığını ‘hesaplamak’ için bir yöntem geliştirdi.  Boole’nin çalışmaları, mantık geleneğinin cebiri olarak bilinen şeyin öncüsü oldu ve matematiksel sembolleri mantıkla bağlantılı olarak kullanma düşüncesini ileri sürdü. Boole, matematikçiler arasında mantığa yönelik artan ilgiye yanıt veriyordu ve o çoğunlukla Kantçı bir düşüncede kaldı, ancak onun çalışması yine de mantık tarihinde bir dönüm noktasını temsil eder. Çünkü o Bochenski tarafından mantık tarihinin en üretken dönemlerinden biri olarak seçilen matematiksel dönemi başlatır. 19. yüzyıl mantığının yükselen bir diğer figürü ise Frege’dir. Almanya’nın Jena kasabasında bir matematik profesörü olan Frege kariyerinin ilk yıllarında geometri ve analiz gibi standart matematiksel konular üzerine çalıştı, ancak sonunda hiçbir resmi felsefe eğitimi olmamasına rağmen felsefeye merak sardı. Boole (ki Frege onu sertçe eleştirir) mantığı (silojizmleri-mantıklı akıl yürütme ve kıyas) analiz etmek için matematik kullanırken Frege’nin projesi ise matematiği analiz etmek için mantığı kullanmaktı. Daha özel olarak, Frege matematiğe, mantıkçı program denilen bir girişim olarak, saf mantıksal bir temel sağlamak istedi. Aritmetiğin tüm gerçeklerini sadece mantıksal kuralları kullanarak tamamen mantıksal ilkelerden (aksiyomlar) türetmeyi amaçladı. Bununla birlikte Frege, mantıksal programa uygun hale getirmek için özellikle matematiksel fonksiyon kavramını sisteminin ana kavramsal yapı taşı olarak alarak, “matematiksel” bir mantık oluşturmak zorundaydı. 17. yüzyıl yapay diller geleneğinden (özellikle Leibniz’in çalışması) açıkça esinlenen Frege, sistemi için kavram-senaryo’ (veya Begriffsschrift) olarak adlandırdığı tamamen yeni bir notasyon tasarladı. Begriffsschrift (1879) adlı kitabın önsözünde, bu yeni dili tanıtma motivasyonunun aydınlatıcı bir tasvirini sunar: Benim ilk adımım, bir serideki sıra kavramını mantıksal sonuç kavramına indirgemek ve buradan da sayı kavramına ulaşmaya teşebbüs etmek olacaktır. Herhangi bir sezgisel unsurun farkında olmadan buraya girmesini engellemek ve çıkarımlar zincirlerinin boşluksuz olması için bütün çabamı sarf etmem gerekiyordu. Bu gerekliliğe mümkün olan en katı biçimde uymak için çabalarken de dilin yetersizliğini bir engel olarak buldum. Kabul etmeye hazır olduğum ifadeler ne kadar ağır olursa olsun ilişkiler gitgide daha karmaşık hale geldikçe amacımın gerektirdiği kesinliğe de gitgide daha az ulaşabiliyordum. Bu eksiklik beni şimdiki kavram-senaryo fikrine götürdü. Böylelikle, onun ilk amacı, bize bir çıkarım zincirinin geçerliliği konusunda en güvenilir testi sağlamak ve fark edilmeden gizlice sızmaya çalışan her varsayımı işaret etmekti ki bu şekilde onun kökeni araştırılabilir. Sıradan dilin matematiksel (hatta mantıksal) akıl yürütmeyi açıklamak için açıkça yetersiz olduğu fikri, daha sonraki matematiksel mantık geleneğinde de tekrarlanan bir tema oldu, öyle ki ‘sembolik mantık’ terimi bu gelenekle eş anlamlı hale geldi. Artık mantık yapmak, sıradan kelimelerle değil, özel sembollerle çalışmak anlamına geliyordu. Bu bağlamda, hümanist yazarların skolastik mantıkçıların Latincesini tam olarak ‘çok yapay’ diye eleştirdiklerini, Aristo’nun silojistik mantık için güvendiği Yunanca ile bile alay edildiğini ve onun sıradan konuşma yöntemlerinden çıkarıldığını belirtmek gerekir. Belki de denilebilir ki belli bir ‘yapaylık’ derecesi, dilin sıradan kullanımı ile uyuşmayan soyutlama seviyelerinde iş gördüğü için tarih boyunca mantığın özünü teşkil etmiştir.

Gottlob Frege (1848-1925) Frege, matematiksel temeller üzerinde mantıksal araçlar kullanarak çalışan tek kişi değildi. Gerçekten de, 19. yüzyılın sonunda, Richard Dedekind, Giuseppe Peano, Oswald Veblen ve David Hilbert gibi seçkin matematikçilerin önderliğinde matematiğin bölümlerini aksiyomatize eden birçok önemli proje vardı. Ancak Frege sadece mantığın matematiksel sembollerle ifade edilebileceğini değil aksiyomlardan daha ileri gerçeklere uzanan çıkarım kurallarının da titiz bir uygulama gerektireceğini fark eden ilk kişi oldu. Mantık tarihi, bizi bilginin bireyci kavrayışını ve Descartes’dan miras aldığımız bilişsel yaşamlarımızı sorgulamamıza neden oluyor. Ne yazık ki, Frege’nin etkileyici teorik katedrali, Russell’ın kendi ismini taşıyan paradoksuyla ortaya çıkardığı gibi, kaygan bir zemin üzerine kurulmuştu. Frege’nin mantıkçı sistemi, sistemin aynı anda hem kendisine ait olan hem de kendisine ait olmayan bir koleksiyonun var olmasına izin verir –bu bir çelişki! (Russell’ın paradoksundaki anahtar fikrin sezgisel bir sunumu, berber paradoksudur: yalnızca kendisini tıraş etmeyen insanları tıraş eden bir berber hayal edin. Soru şudur: Bu berber kendisini tıraş eder mi? Eğer evetse, o halde etmez. Eğer hayırsa, o halde eder.) Daha gelişmiş ve ileri bir mantıkçı programa ulaşma amacıyla Russell ve ortağı Alfred North Whitehead Principia Mathematica’da (1910) sunulan anıtsal (ve biraz da karışık) sistemi geliştirmeye devam ettiler. Esasen, 20. yüzyıldaki mantıktaki tüm önemli gelişmeler, doğrudan veya dolaylı olarak Principia Mathematica‘nın varlığına dayanmaktadır. Bochenski’nin mantık tarihindeki üç büyük dönem nitelemesine geri dönersek, bunların ikisi –Antik ve Orta Çağ skolastik dönemi- mantığın birincil uygulama alanının diyalektik tartışmalar gibi münazara pratikleri olduğu fikriyle yakından ilişkilidir. Üçüncüsü ise bunların aksine, genel olarak içinde yapıldığı sıradan dillerle hiçbir alakası olmayan, mantık için tamamen farklı bir temel gerekçe sunan, onu matematiğin temel bir dalı olarak inceleyen mantık anlayışını örneklendirir. İkinci ve üçüncü dönemler arasındaki boşluk ise skolastik tartışmaların itibarını kaybetmesi ve daha genel olarak Aristotelesçiliğin genel bir dünya görüşü olarak çökmesiyle açıklanabilir. Ancak mantığın diyalojik köklerinin izleri halen sürmektedir. Bu ise son dönemlerdeki matematiksel ispatlamalarda bile mantığın doğasını tam olarak anlayabilmek için diyalojik ve diyalektik bir bakış açısının dikkate alınması gerektiği anlamına gelmektedir. Mantık tarihi aynı zamanda Descartes ve diğerlerinden miras aldığımız aşırı bireyci bilgi anlayışını ve bilişsel yaşamlarımızı sorgulayan ve belki de insan bilişselliğinin esaslı sosyal doğasını daha fazla takdir eden bir geleceğe doğru ilerliyor.  

▪ Bu bağlamda “canlı tartışma” tabiri metinsel olmayan, sözlü tartışma anlamına gelmektedir.

Kaynak:

Öncül Analitik Felsefe

Catarina Dutilh Novaes, “What is logic?”

 
     
       
         
ORTAÇAĞ FELSEFESİ ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK

ORTAÇAĞ MS (476-1453)

Ortaçağda bilginin yerini inanç almıştır; teolojik bilgi, mantık, felsefe hatta matematik (aksiyom) yardımı ile sistematize edilmeye çalışılmış, sonuçta bilgi ve inanç arasındaki ayrım Rönesans'a yolculuğu başlatmıştır.

-SKOLASTiK FELSEFE, Patristik felsefenin sürdürülmesi ve orada bir öğretiye dönüştürülmüş olan Hristiyan inancının felsefi anlamda temellendirilip sistematize edilmesi yönündeki çabalardan meydana gelmiştir. Orta Çağın belirli bir döneminden itibaren tüm felsefe etkinliği skolastik zemininde gerçekleştiği için, Orta Çağ felsefesi denildiğinde akla gelen genellikle skolastik felsefedir. Oldukça geniş bir tarihsel dönemi kapsar. İkinci bir nokta, hem Hristiyan skolastiğinin hem de İslam skolastiğinin söz konusu olmasıdır. Felsefe tarihi içinde Skolastiğin üç ayrı dönem olarak ele alınması söz konusudur: Erken Dönem Skolastik (800-1200'lü yıllar) Yükseliş Döneminde Skolastik (1200-1300'lü yıllar) Geç Dönem Skolastik (1300-1500'lü yıllar)

Kaynak: Wikipedia/Skolatsik Felsefe

-AUGUSTİNUS (354-430); Tanrıbilimci Augustinus, devleti Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olarak tanımlar.

-BOETHİUS (477-524) ; Günümüze ulaşan Felsefenin Tesellisi adlı eseri ile tanınan Boethius; Orta Çağ felsefesine temel mantık öğretileriyle tanıştırmıştır. 11 ve 12. yüzyıl filozoflarına Aristoteles'le ilgili olarak sahip olabildikleri tüm bilgileri sağladığı söylenebilir. Boethius'a bu açıdan bakacak olursak, mantık ve yöntem konusunda Hristiyan düşüncesi veya kültürüne armağan eden kişi olduğu söylenebilir. Bu sebeple ve özellikle de teolojik problemlerin çözümünde sadece felsefe terimleri değil, mantıksal argümanları kullanması ve inanç ile akıl arasında ayrım yapması nedeniyle skolastik yöntemin öncülerindendir. Boethius yine bu bağlamda her bilimin kendine özgü ilkeleri olmasını düşündüğü tezinden ötürü teolojinin özerk bir bilim haline gelmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Felsefenin Tesellisi'nde kader, talih, tanrısal öngörü ve irade özgürlüğü konularında Orta Çağ Hristiyan düşüncesine en temel referans olan bu eserde Boethius, felsefenin insanı Tanrı'ya götürecek en önemli araç olduğunu gösterme amacı güder. Boethius'un en önemli amacı Grek felsefesi ve Latin alemi arasında köprü olmaktı. Bu nedenle en baştaki niyeti Aristoteles'in eserlerini ve Platon'un eserlerini Latince'ye çevirmek ve birtakım yorumlar sayesinde iki doktrinin birbirleriyle ayrıldığı noktalar olsa da bir olduğu noktaları göstermekti (Boethius'tan akt. Dürüşken FT ''Sunuş'', 18). Bu çalışmasını tamamlayamamıştır ama belirli eserleri çevirmiş ve yorumlar yazmıştır. Aristoteles'in Kategoriler, Birinci ve İkinci Analitiler, Sofistik Çürütmeler, Topikler kitaplarını tercüme etmiştir. Boethius genel olarak bu tercüme ve yazdığı yorumlar sayesinde, Aristoteles'in Organon'unun kapsamı içinde geçen diğer kitaplarını da Latince'ye tercüme edileceği 12. yüzyıla kadar, Orta Çağ Avrupa'sının mantık hocası olarak kalmıştır. Aristoteles ve Platon felsefelerinin doğuda anlaşılacak biçimde yeniden ele alınması ve ikisinin farklarının yanında ortak yönlerini ve aynı amacı taşıdıklarını daha sonra Farabi, 'Mutuluğun Kazanılması' adlı eserinde incelemiştir. Boethius felsefeyi veya bilgeliği teorik ve pratik bilgelik olarak ikiye ayırmıştır. Teorik bilgelikte üç ayrı varlık türü vardır: dolayımsız olarak algılananlar, akledilebilir olanlar ve doğal olanlar. Doğal olanlardan kast ettiği fiziktir (astronomi, coğrafya vs). Birinci varlık türüyle Tanrı'yı melekleri vs. kast eder. Akledilir olanlar, yani ikincileri de Platon'un idealar alemi gibi aşağı düşerek cisimlerin içine düşmüş varlıklardır. Nasıl ki teorik bilgeliği üçe ayırdıysa pratiği de ayırır: Bunlardan birincisi etik, ikincisi politika felsefesi ve üçüncüsü iktisattır.

-FARABi (872-950) Aristoteles'ten sonra 2.Öğretmen olarak tanınan Farabi, Aristoteles'in ve Batı felsefesinin doğuda anlaşılabilir şekilde tercümesi, yorumu ve kendi felsefesi ile anılan filozof. Kendi zamanındaki tüm bilim öğrenmeye çalışmış, "Bilimlerin Sınıflandırılması" adlı ansiklopedik derlemesi ile, her bilimin içeriğini açıklamaya çalışmıştır. Felsefeyi İslam inancı ile barıştırmaya, inanca uygun bir felsefe kurmaya çalışmışsa da felsefenin yeterli olduğunu söylemiştir.

-ANSELMUS; (1033-1109) "Anlamak için İnanıyorum". İnanç - akıl ilişkisi söz konusu olduğunda, akıl karşısında inanç ya da imana, bilgi karşısında da otoriteye öncelik vermiştir.

-AQUİNAS; (1225-1274) Bilgi felsefesi, metafizik, siyaset ve ruhun ölümsüzlüğü konularındaki yorumlarıyla skolastik düşünceye önemli katkılar sağlamıştır. 1917'de ise Kilise yasası, Akiunumlu Thomas'ın görüşlerini Kilise'nin resmi görüşü ilan etmiştir. 1914'te onun görüşlerini tartışmak, günaha girmekle eş anlamlı kabul edilmiştir.

Tanrı ve sonsuzluk hakkında deneyime sahip olmadığımızdan, bu alanlara yönelik bilgi, inanç bilgisidir. Bu tür bilgilere gerçek anlamda bilgi denilemez, onlara ancak inanılabilir. Böylece inanç ve bilgi arasına kesin bir ayrım konulmuş olunmaktadır. Bu yöndeki gelişim Rönesansı meydana getirecektir.

Kaynak: Wikipedia/Skolatsik Felsefe

 

 

 

Ortaçağ ve Klasik Çağ aritmetiği, çağdaş matematiğe benzeyen bir tarzda hesap işlerini kapsamıyordu ve daha çok sayılar kuramıyla ilgiliydi. Bu sayılar kuramı daha çok oranların ve sayıların birbirleri ile olan ilişkilerinin araştırılmasında felsefi bir yaklaşım niteliğindeydi. Ortaçağda mathematicus terimi hem matematikçiyi hem de astrologu betimlemek için kullanılıyordu. Doğayı ve insanı anlamayan çalışırken matematiği kullanmanın başlangıcı sayılabilecek bu dönemde, sayılar arası, kutsal metinlerde geçen sayılar ve kelimeler arası veya yıldızların konumu ile insanlar arası ilişkilere formüller üretilmeye, cebirsel ifadeler, kurallar bulunmaya çalışılmıştır.

Aritmetiğin bir dalı, o dönemde sihirli ve mistik niteliklere sahip olduğu düşünülen ve genelde eski kutsal metinlerden türetilen mistik sayılarla uğraşıyordu (nümeroloji). Nümeroloji, sayıları alfabenin harflerine, böylelikle belirli ad ve sözcükleri biribirlerine bağlayan bir sözde-bilimdir. Nümeroloji, başta horoskop çiziminde olmak üzere astrolojide de önem taşımaktaıdr.

Aritmetiğin o dönemde başka bir dalı; sayılar arası oranlar ile kuramlar üretmeye çalışır. Örneğin bölenlerinin toplamına eşit olan mükemmel sayılar. Bölenleri 1, 2, ve 3 olan 6 gibi.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-ZHU CHONGZI (429-500) Çinde 1900'lü yıllara kadar kullanılan yaklaşık 100 kadar geleneksel / bölgesel takvimden birini tasarlamıştır. M.Ö.2000'li yıllara kadar uzanan geleneksel Çin takvimleri, matematiksel olarak Metonic döngüsü kadar kesin hesaplar içerse de, Astorolojik kehanetlerle ilgili olduklarından Çin, ayrıca tüm dünya ile uyumlu bir takvim hesabı ihtiyacı ile, önce 1912'de Gürcü takvimi, daha sonra 1949'da Gregoryen takvimini kullanmaya başlamıştır. Gelgitler ve ekim mevsimleri gibi birçok konuda çok başarılı zamanlamalar veren geleneksel Çin takvimleri, çitfi ve denizciler için hala geçeliliklerini sürdürmektedir.

-HİCRİ TAKVİM M.S.639'da, Mekke'den Medine'ye göçün 1 olarak kabu edildiği, ay döngüsü ile hesaplanan takvimdir. Bu kabulden önce bölgede yıllar matematiksel olarak (rakamlarla) değil, o yıl gerçekleşen önemli olayların adları ile anılıyordu. Ay döngüsü ile hesaplanan yıl (354 ya da 355 gün) ile güneş döngüsü ile hesaplanan yıl (365 gün 6 saat) arasında yaklaşık 11 günlük fark vardır. Şemsi ve Kameri olarak iki Hicri Takvim vardır.

Ortaçağ’da astronomi bilgilerinin İslam bilginlerince geliştirildiği ve bu bilgilerin sonradan Batı'ya aktarıldığı görülür. Astronomiyi geliştiren bu İslam bilginlerinden başlıcaları şöyle sıralanır:

Ferganî (805–880), Gök cisimlerinin hareketleri üzerine yazılar yazdı, ekliptiğin eğikliğini hesaplamasını sağladığı gözlemlerde bulundu. Fergani, Aklın prensiplerine uygun olmayan astronomiyi ilk defa tenkid edenler arasında yer aldı. Gök cisimlerinin, Batlamyus ve izindekilerinin iddia ettiği gibi bazı akıl dışı ruhi cisimler olduğunu kabul etmedi. Onların, akli, kati, homosentrik  ve eksantrik daireler şeklinde hareketlere sahip olduklarını ispatladı. Kainatın ve gezegenlerin hacim ve büyüklükleri ile birbirine uzaklıklarını inceledi. Yaptığı hesaplamalar, Kopernik'e kadar Batı astronomisinde değişmez ölçüler olarak kabul edilerek asırlarca kullanıldı. Güneşin de bir hareketi olduğunu ve kendi etrafında döndüğünü ispatlayan Fergani, 842 yılda bir güneş tutulmasını da hesaplayıp gözlemleyebildi. Astronominin yanında Coğrafya bilgisinin de yer aldığı; Astronominin Özeti ve Göğün Hareketleri adlı eseri Batlamyus'un Almageist adlı eserinin bir özeti gibi sayılsa da, birçok detayı düzeltmiştir. Arap, Rum, Süryani, Fars, Kıpti takvimlerinin ele alındığı ve bu takvimlerin aylarının isimleri, günlerinin ve birbirlerine göre farklılıklarının verildiği eserdeki evren ve gökler tanımı; ünlü İtalyan şair Dante Alighieri'nin (1261-1321) ünlü İlahi Komedyası'na kaynak oluşturur.

Kindî (801–873), astronomi konusundaki açık düşüncelerini, içerisinde soruların ve cevapların, "Hava değişimi", "Güneş tutulması", "Yıldızların ışınları" tezlerinin bulunduğu 40 bölümden oluşan "Yıldızlardaki Kanun" adlı kitabında toplamıştır.

Dinaveri (820-896) İranlı Kürt astronom. Astronomi ve güneş tutulmaları ile ilgili pek çok eser yazdı, Dineveri ayrıca yıldızlarla ilgilenen gözlemevi sahibi biri olarak biliniyor.

Battani (855–923), Güneş Yılını 365 gün, 5 saat, 46 dakika ve 24 saniye olarak ölçmüş bilim insanı.

Hasib el-Mısri (850–930), Mısırlı matematikçi

Hârizmî (780-850) astronomi ve usturlab ile ilgili üç eser yazdı.

Farabi (872–950) büyük filozof ve bilgin.

Khojandi 10. yüzyılın sonunda Tahran yakınında bir gözlemevi inşa etti.

Ömer Hayyam (1048–1131), cetveller hazırladı, takvimi geliştirdi.

İbn-i Heysem (965–1039), matematikçi ve fizikçi.

Birûni, (973–1048), Yetmiş adet astronomi ve yirmi adet de matematik kitabı bulunmaktadır.

Nasîrüddin Tûsî (1201–1274), filozof, matematikçi, astronom ve ilahiyatçı; trigonometrinin kurucularından biri olarak kabul edilir.

Gıyaseddin Cemşid (1380–1429), (Özbekistan)

Uluğ Bey (1393 - 1449) Timur İmparatorluğu'nun 4. hükümdarı. Matematikçi ve astronom.

Ali Kuşçu (1403 - 1474) Türk astronom, matematikçi ve dilbilimci

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Astronomi

Ortaçağ, sanat tarihi içinde çok yaygın bir devreyi (M.S. 4. yüzyıl-14.yüzyıl) kapsar. Ortaçağ sanatında bütün estetik değerler kilise ve soyluların önerdiği dinsel dogmalara yöneliktir. Bin yıl süresince antik Yunan’ın düşünce ve kültür yapısıyla biçimlenen ideal güzellik düşüncesi unutulmuştur. Sanat, dünya gerçeklerine kapalı, öteki dünyaya yönelik bir soyut anlayış içinde biçimlenmiştir.

Kilise ve katedraller, şatolar ve saraylar, heykeller, resimler, vitraylar, minyatürler, Hıristiyan dininin yani, yönetici soylular ve rahipler sınıfının önerilerinin propagandalarını yapar. Bütün bu eserler topluluğu Hıristiyan ikonografisini meydana getirmiştir. Bu öz-içerik  Ortaçağ’ın büyük Roman ve Gotik üsluplarını yaratmıştır. Bu çağ eserlerinin soyuta yönelik biçim, renk ve çizgi estetiğini doğurmuştur. Sanatçılar, yukarıda işaret edildiği gibi önceden saptanmış, sınırları çizilmiş olayları hikaye gibi anlatır. Eserlerdeki dramatik biçim düzenleri, çekici renkler ve biçimler ile anlatılan olayın etkisi güçlendirilmiştir.

Resimlerin arasına zaman zaman olayı açıklayıcı yazı dizileri de serpiştirilmiştir. Bunlar eski Mısır resimlerindeki hiyeroglifler gibi olayı açıklayıcı niteliktedir. Resim, heykel, kabartmalarda mekan, anatomi, perspektif ve estetik değerler aranmaksızın yan yana getirilmiştir. Bu resimlerin ya da minyatürlerin içine çoğu kez azizlerle beraber krallar, ve soylular da katılmıştır. Böylelikle soyluların ve yöneticilerin kutsallıkları da önerilmiştir. Ravenna’da San Vitale Kilisesi mozaikleri içinde Justinianus ve maiyeti ile İstanbul’da Ayasofya’da Konstantin ve Justinianus v.b. gibi mozaiklerde bunu açıkça görebiliriz.

Ortaçağ sanatı, çağın toplum yapısı gereğince, onların dinsel olarak ileri sürdükleri ve halkın kayıtsız-şartsız kabul ettiği dogmaları çizgici (linearist), renkçi (kolorist) bir estetik düzenleme içinde geliştirmiştir.

Perspektif Tarihi:

Antikçağdaki gelişmişlik derecesi ne olursa olsun, perspektif bilgisi on beşinci yüzyıla kadar kaybolmuştur. İnsani deneyimden ziyade, dini tasvirleri konu alan Ortaçağ resminde uzamsal derinliği uyandırmak için çeşitli teknikler geliştirilmişse de biri birleriyle yakın temas halinde olmayan sanatçılar düzensiz, geçici çözümler ürettiler.

Önemli figürlerin büyük, önemsizlerin resimdeki konumuna bakmaksızın küçük çizildiği kanonik Mısır tasvirleri. Sözde 'Dikey Perspektif' (üç kaçış noktası) ya da Gotik'teki gibi mesafe ve hacmin naturlalist tasvirinde 'amprik perspektif'.

Kaynak: Perspektif Tarihi

 

 

Ortaçağ Avrupasında Kilisenin şemsiyesi altında Aristoteles fiziğinin etkileri görülürken, aynı dönemde İslam dünyasında fizik biliminde Yakup ibn İshak el-Kindi (Alkindus 803-873) (gelgit hareketi, ışığın yansıma ve kırılması) İbn el-Heysem (965-1040) (görme olayı, ışığın yansıması ve kırılması, gökkuşağı oluşumu, ayna ve merceklerde görüntü gibi optiğin tüm alanı) Ebu'l Rehyan el-Biruni (el-Beyruni, Aliboron, 973-1048)(terazi geliştirme, pikometre aracılığıyla özgül ağırlık belirlemesi) gibi bilginler ön planda yer almışlardır.

Kaynak: "Fiziğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2021

Ortadoğuda bilim adına yapılan çalışmalar Arapçadan Latince ye çevrilmiştir.

Avrupa ile Ortadoğu coğrafyasının tanışması aynı zamanda kültürel olarak tanışma demekti. Bu sebepten ötürü Ortaçağ filozoflarından Thomas Aquinas skolastik Avrupalı bilginlerle barıştı ve skolastik düşünceye sahip Avrupalılara Aristo'nun en iyi düşünür olduğunu kabul ettirdi. Bu durumda Aristo fiziği kiliseye göre direkt olarak incile karşı çıkıyordu. Bunun sonucunda Avrupa'daki kiliseler Aristo fiziğinin daha iyi anlaşılması için fon oluşturdular. Aristo fiziği temel alınarak, skolastik fizik maddeleri kendi doğasına göre hareket ediyormuş gibi tanımladı.

Gök cisimleri yuvarlak bir cisim etrafında hareket ediyormuş gibi tanımladı çünkü yörüngelerinin kendi şekillerine benzediği ve bu özelliğin kendi doğalarında olduğunu düşünüyordu. Eylemsizlik ve Momentum yasalarında olduğu gibi, Impetus teorisi de Ortaçağ filozoflarından John Philoponus Jean Buridan tarafından geliştirildi. Ay kürenin altından incelenen yörünge hatalı şekilde görüldü ve yörünge beklenilen şekilde görülemedi. 17. yüzyılın başlangıcında pratiğe dökülmemiş olaylar beklenildiği gibi sonuçlar vermiyordu. Ay'ın hareketini inceleyen fizik bilimi sadece değerlere yaklaşıyordu. Dünyamız taşlardan oluşuyor, dünyadaki cisimler düz bir doğru üzerinde dünyanın merkezine doğru hareketine devam ediyordu tabi bu Aristo'nun jeosentrik bakış açısına göreydi. Eğer hareket öyle değilse bu hareket öngörülemezdi.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

Orta Çağ müslüman tıp adamları, âlimleri ve düşünürleri 8 ile 13. yüzyıllar arasında, "İslam'ın Altın Çağı" ya da "İslam tarım devrimi" diye bilinen dönemde biyoloji bilgisine çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Örneğin zooloji alanında Doğu Afrika kökenli Arap âlim el-Cahız (781–869) yaşam için mücadele gibi evrim ile ilgili fikirleri ilk defa ortaya koymuştur. Aynı zamanda besin zinciri fikrini de ortaya atmıştır ve çevresel determinizmin ilk takipçilerindendir. Kürt biyolog el-Dinaveri (828–896) Arap botaniğinin kurucusu sayılır. Yazdığı Kitab-el Nebat en azından 637 türü tanımlar, filizlenmeden ölüme kadar bitki gelişmesini, bu gelişmenin etaplarını ve çiçekler ile meyvelerin oluşumunu anlatır. El-Birûni yapay seleksiyonu tanımlamış ve doğanın da benzer şekilde işlediğini söylemiştir; bu fikir doğal seleksiyon ile kıyaslanır.

Deneysel tıp alanında İbn-i Sina (980–1037) El-Kanun fi't-Tıb (Canon Medicinnae) adlı eserinde klinik denemeler ve klinik farmakoloji kavramlarını ileri sürdü. Bu eser 17. yüzyıla kadar Avrupa tıp eğitiminde çok önemli bir metin olarak kullanılmıştır. Endülüslü-Arap tıp adamı İbn-i Zühr (1091–1161) deneysel diseksiyon ve otopsinin ilk takipçilerindendir. Yaptığı otopsilerle bir deri hastalığı olan uyuzun nedeninin bir parazit olduğunu kanıtlayarak mizaç teorisini sarsmıştır. Aynı zamanda insanlar üzerinde kullanmadan önce hayvanlar üzerinde test yapılmayı öngören deneysel cerrahiyi başlattı. Mısır'da 1200 yılında bir kıtlık sırasında Abdullâtif el-Bağdadi birçok iskeleti inceleyerek Galen'in alt çene ve leğen kemiklerinin oluşumuna dair görüşlerinin yanlış olduğunu buldu.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

 

 

 

M.S. 400 Roma İmparatorluğu, Romalıların "barbarlar" olarak adlandırdıkları, ancak çoğunlukla agropastoralistler olan, İç Asya'nın bozkır bölgelerinden gelen göçebeler; Saksonlar, Hunlar, Vizigotlar ve Franklar tarafından ezildi ve Doğu-Batı Roma olmak üzere ikiye ayrıldı. Köy yaşamına ve köy ihtiyaçlarına alışkın bu kültürler, evlerini, Roma villasının üzerine ahşap ve sazdan yapmışlar, "village" kelimesi buradan türemiştir. Konstantinopolis'te Constantin'in ölümü üzerine Hristiyanlık, kabile halklarını pasifleştiren, onlara putperestler diyen, tapınakları ve sunakları titizlikle tahrip eden bir imparatorluk dini oldu.

Başkenti Pataliputra'da bulunan GUPTA İMPARATORLUĞU, Hindu ve Budist sanat ve edebiyatının klasik çağı olarak kabul edilir. Sanat, mimarlık, bilim ve edebiyata güçlü destek verildi. Halen kullanımda olan ondalık sistem bu dönemin bir icadıdır. Ayabhatta'nın MS 499'da astronomi üzerine yaptığı açıklamalarda, güneş yılı ve astral cisimlerin şekli ve hareketi dikkate değer bir doğrulukla hesaplandı. İmparatorluk merkezsizleştirilmiş olsa da, Gupta, Sasani ve Bizans imparatorluklarını sürekli bir bölgesel birim olarak düşünmek gerekir. BAMİYAN, KUSHAN da, Yungang Mağaraları, Mogao Mağaraları ve Ajanta Mağaraları'nda Budizm kurulur ve yaygınlaşır. Hindistan, Çin ve Orta Asya'da mağaralarda ve çevresinde resim ve heykellerle ahşap mimarisini taklit eden taş oymalar.

M.S. 500 - 650 Zerdüştlük ateş tapınakları, Azerbaycan'dan, Çin sınırındaki Kırgızistan'ın Oş şehrine kadar uzanıyordu ve ateş kulesi merkezli şehirleri Hıristiyanlık ve İslam tarafından tahrip edildi.

ROMA'NIN HIRİSTİYANLAŞTIRILMASI Roma'daki şehirlerin çoğu mezar, şehrin dışarısında ya da duvarların dışındaki mezarlıklarla dolu olduğundan, Roma'nın Hristiyanlaştırılması batı kentleşme tarihinde daha önce hiç duyulmamış ve tamamen yeni bir coğrafi profil yarattı. Şehre ve kent imajına artık bir forum, agora veya saray hâkim değildi, bunun yerine şehrin ve çevresinin en uzak köşelerine kümeler halinde dağılmış düzinelerce manastır, vaftizhane ve kilise inşa edildi. Beton kullanımı o zamana kadar unutulmuştu ve bu nedenle tonozlama imkansızdı. İmparator tarafından yaptırılan bir bina için bile duvarcılık sanatının kendisi solmuştu, sütunların Roma binalarından alınması gerekiyordu. Bina, Helenistik geleneğe göre Tanrıların karanlık ve samimi bir evi olmadığı gibi, Budist anlamda kişisel bir yansıma yeri de değildi. Daha ziyade, büyük ölçekli ortak törenlerin emperyal zafer mesajıyla örtüştüğü bir alandı. Vaftiz, kilise cemaatine girişi simgelediği için vaftizhanelere özel mimari önem verilmiştir.

M.S. 600 Justinianus Atina'daki Akademiyi kapattı. Bilim adamlarının çoğu, yanlarında Grek öğretisinin meyvelerini alarak İran'da mülteci olmak zorunda kaldı. Justinianus İtalya ve Afrika'yı kurtarmayı başardı, fetihlerinin ardından köprüler, tahkimatlar, su kemerleri, kiliseler, pazarlar ve yeni şehirler ortaya çıktı. Justinianus mimarisinin mükemmel bir örneği Konstantinopolis'te görülebilir; Kilise, MS 4. yüzyılın başlarında şehit olan ve Bizans ordularının resmi hamisi olan Roma ordusundan iki asker Sergious ve Baccus'a adanmıştır. Konstantinopolis'teki Ayasofya, açıldığı tarihten itibaren batı dünyasının en büyük yapılarından biri olarak kabul edildi. Konstantin tarafından MS 360 yılında inşa edilen, ancak sivil hayatta zarar gören ön tasarımı hakkında kesin olarak çok az şey biliniyor. Yeni kilise için Justinian, bugün hala büyük ölçüde sağlam olan cüretkar ve yüce kubbeli bir yapı üreten Aydın'lı (Tralles) Anthemiu'u ve Milet'li Isodor'u çağırdı. Mermer ve altınla kaplanmış ihtişamı, onu Hristiyan dünyasında en çok konuşulan binalardan biri yaptı.

ERMENİ MİMARİSİ Ermenilerin zenginliğinin çoğu kara ticaretinden geliyordu ve onlar zamanlarının en kaliteli taş işçiliği mimarlarıydı. Güneydeki Araplar ve kuzeydeki Vikingler nedeniyle Ermenistan, ticaret için batı ile uzak doğu arasındaki en güvenli bölgeydi. Konstantinopolis'te beton ve taş kullanımı unutlmuştu, ancak Ermeniler Helenistik taş işçiliğini geleneğini sürdürdüler. Kompakt nesne gibi algılanan bina mimarisinin, Avrupa mimarisinde, özellikle Ermenistan masonlarının talep gördüğü Fransa'da önemli bir etkisi oldu. Önemli unsur olan "kubbe", Avrupa'dakilerden farklı olarak dışarıdan görülebiliyordu ve binalarda taşların oymacılığı ve yerleştirilmesi mükemmeldi.

Bu dönemde Budizm'in marjinalleşmesiyle Güney Asya'daki Hindu mimarisi deneysel bir aşamaya girdi ve kayaya oyulmuş tapınaklar, öne çıkmak için, yeni yapısal taş ve tuğla tapınaklarla yarıştı. Elephanta, en eski Budist, kayalara oyulmuş yapılarından uyarlanmış bir Hindu tapınağıdır, Degorah ise monolitik gibi görünen, taşlarla inşa edilmiş yeni bir tapınak inşaası buluşudur. JAPONYA'da Shrinto'nun animizminin imparatorun ruhuyla birleşmesi, dikkate değer bir bina için sahneyi hazırladı; Ise Jingu ("Tapınak"), Japon imparatorluk ailesinin vesayet kamisine adanmıştır. Küresel mimari tarihinde eşi benzeri yoktur. Son 1500 yıldır her 20 yılda bir, tapınak öncekiyle aynı şekilde, ancak bakir eski kereste kullanılarak yeniden inşa edildi. Bugün Japonya'da bulunan Ise Jingu 2013 yılında inşa edilmiştir.

M.S. 800 ile 1000 arasındaki dönem, Afrika / Avrasya dünyasında dramatik dönüşümlere sahne oldu. Bunlar arasında en önemlisi İslam'ın kuzey Afrika'ya yayılması ve Güneydoğu Asya'da Hintleşmenin daha da genişlemesiydi. Normalde bu dönüşümler ayrı olarak görülür ve bu şekilde değerlendirilir. Bununla birlikte, küresel bir perspektiften bakıldığında, iç içe geçmiş durumdadırlar ve birlikte modern dünyanın temellerini attılar. Tüm bunları mimari terimlerle ifade etmek gerekirse, İspanya'daki Kordoba Camii (784), Endonezya'daki Borobudur (800) ve Japonya'daki Todai-ji (730) ile uyumludur ve her biri İslamileştirme, Hintlileştirme ve Budistlesştirme süreçlerinin sonucudur. Kültürel değişim ve gerilimin bu çapraz akımında, mimari sadece kopyalanmadı ve ihraç edilmedi, aynı zamanda çok çeşitli yeniliklerden geçti. Yakında, Hindistan'da sekiz yüz yıllık geçmişiyle kaya mimarisi geçmişte kalacaktı. 9. yüzyıl taş duvar tapınaklarına, ekonomilerine ve bürokrasilerine geçişi gördü. Avrupalılar bu küresel ekonominin önemli bir parçası değildi. Feodal sistem, kıtalar arası ekonomik karşılıklı bağımlılığın aksine, ekonomik bölgecilik ilkeleri etrafında inşa edildi. Güçlenen bir manastır kültürü istikrarı artırdı, ancak Hindistan'da bir Hindu tapınağı genellikle bir şehirle ve zenginlik idealleriyle ilişkilendirilen ekonomik bir birimdi.

İSLAM'IN YÜKSELİŞİ İslam'ın yükselişiyle birlikte Müslümanlar dünyanın her yerinde kıble cepheli camiler inşa ettiler. Araplar başlangıçta cahil olmalarına rağmen, fetihleri ​​onları, Romalıların Yunan ve Asya kültürlerinde yaptığı gibi, pek çok özelliğini özümsemeye başladıkları çok sayıda medeniyetle temas ettirdi. O zamanlar matematik alanında lider olan Hintlilerden, numaralandırma sistemlerini aldılar; Persler, inşaatta beceri, Bizanslılardan, tonozlama becerisi, Ermenilerden, duvarcılık becerisi. Daha sonra Halife El-Memun, Yunanistan, Bizans ve Hindistan'dan çevrilmiş kitapların yanı sıra Arap bilim adamlarının artan koleksiyonunu barındıracak bir kütüphane inşa edilmesini emretti. Bilgelik Evi (M.S. 1004) olarak bilinen bu kütüphane, Büyük İskenderiye Kütüphanesi'nden bu yana en seçkin tek bilgi deposu haline geldi. Kısa bir süre sonra Arap bilim adamları tıp ve kimyadan, optik ve felsefeye kadar her konuda çığır açmaya başladılar.

MAHAVIHARAS, NALANDA Hem seküler hem de dini çalışmalar için ünlü Budist üniversitelerinden biri Hindistan'daki Nalanda idi. 5. yüzyıldan başlayarak 14 hektara varan kampüs tuğladan yapılmış olup Sri Lanka, Burma, Tayland ve Kamboçya'da takip edilen merkez okul olmuştur. Budist öğretinin yanı sıra mantık, dilbilgisi, hukuk, tıp da öğretildi. Bir kürenin hacmi, bir üçgenin alanı, kare ve küp kökleri, astronomide tutulmalar, dünyanın çevresi ve hatta "sıfır" sayısı hakkında yapılan hesaplamalar Kopernik tarafından takip edildi.

Milattan sonra 800 yılı civarında mimari sıcak noktalar Endonezya, Çin ve İslam Dünyasındaydı.

Orta Amerika'da, ekinoksları işaret eden, astronomik olarak yerleşimlere sahip Tikal'de bulunan tapınaklar. Hatta 365 basamaklı merdivenler ve güney-kuzeye göre yönlenmeler. Maya dinlerinin pratiği, Palenque, Chiapas, Meksika gibi tapınak odaklı ve tapınaklardan yönetilen şehirler inşa eder.Çeşitli duvar tapınakları, saraylar, top sahaları, plazalar, mezarlar, oymalı dikilitaşlar ve sunaklardan oluşan devasa bir platform, aglomeratif bir kompleks olan Copan, Honduras M.S. 695 ile 850 yılları arasında, altı yüz yıllık bir dönemde inşa edilmiştir.

M.S.1000 Afrika ve Avrasya'da M.S. 800 ile 1200 arasındaki fark çok büyüktü ve bir ekonomik zenginlik grubu doğuda Japonya'dan batıda İspanya'ya ve kuzeyde İsveç'ten güneyde Gana ve Etiyopya'ya yayılmıştı. Çin, Hindistan ve Konstantinopolis gibi eski zenginlik dünyaları artık Japon, Khmer ve İslam halifeliklerinin yeni zenginlik dünyalarıyla bağlantılıydı. Buna, Ghana, Orta Avrupa ve Vikingler ile ilişkili olanlar gibi gelişmekte olan dünyalar da eklendi. Hawaii'nin ücra adalarına bile okyanuslar arası dolaşan insanlar tarafından yerleşilmişti. Bu geniş şehircilik alanı, yüzyıllar boyunca, şehir ve köy kültürlerini, varlıklıları ve yoksulları birbirinden ayıracaktı; bu bölünme, yalnızca modern çağda belirgin bir şekilde dönüşecek. (Sosyal Sınıf Ayrımı)

Bozkır bölgesinde, Seçuklular Gaznelileri yenerek güneye yöneldi ve kültürel perspektiflerini benimseyerek İran'ı ele geçirdi. Bu geniş alanı Hindu Kuş'tan Doğu Anadolu'ya ve Orta Asya'dan Basra Körfezi'ne birleştirerek Hint Dünyası'nın ekonomisini, İslam Dünyası'nın ekonomisine bağladı. Bunu yaparken, bozkır boyunca kuzey yollarına güvenlik sağladılar. Büyük ekonomik devamlılıkları oluşturulduktan sonra, sömürgecilik çağı bunu sonlandırana kadar Afrika'nın ve Avrasya'nın birincil ekonomik bölgesi olarak kalacaktı. Tüm zamanların en büyük antrepo kentlerinden biri olarak yükselen, neredeyse bu genişleyen evrenin coğrafi merkezinde bulunan İsfahan ile Selçuklular bir bakıma doğru zamanda doğru insanlardı. Mukarnas adı verilen karmaşık bir geometrik fasetleme ile tuğladan, sütunlu, tonozlu ve duvarlı camiler inşa ediyorlardı. 11. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar yüzlerce kervansaray inşa ettiler ve eskileri yenileyerek ticaret akışını önemli ölçüde iyileştirdiler.

Bu arada Konstantinopolis, yaklaşık yarım milyonluk nüfusu ile Avrupa'nın en büyük şehri haline gelmişti. İslam orduları Bizans'ın doğu sınırını ve Akdeniz'in çoğunu kontrol ediyordu. Bizanslıların artan izolasyonuna ek olarak, 1504'te doğu ve batı kiliseleri, Roma ve Konstantinopolis olarak ayrıldı. Zamanın birkaç büyük mimarlık komisyonundan biri Christ Pantokrator kilisesiydi. ("Her Şeyin Hükümdarı" bugün artık "Zeyrek Camii") Kütüphanesiyle, altmış yataklı bir hastanesiyle, sekseni aşkın keşişe ev sahipliği yapıyordu.

Daha güneyde, İslam dünyasında seçkin sanatlarıyla tanınan Fatimidiler, El-Ezher camisini (M.S. 972) ve ona bağlı olan Ortadoğu'daki belki de ilk ve en eski üniversiteyi inşa ediyor.

Roma İmparatorluğu'nun çöküşünden bu yana Avrupa ilk kez küresel ufuklara bağlanıyordu. Kendilerini Konstantin ve Justinian'ın imparatorluk soyunun devamı olarak tanımlayan Almanya'daki Ottonianlar, Konstantinopolis'ten zanaatkârlar getirdiler, mimaride Romanesk adı verilen yeni bir anlayış ile inşa ettiler; Speyer Ctahedrali. İtalya'da Pisa kulesi, Venedik'teki San Marco Bazilikası diğer örnekler olarak sayılabilir. İngiltere'deki Normanlar, mimariye kısmen önemli katkılarda bulundular. İspanya ve İtalya'da Arap mimarlar ve Bizans zanaatkârlarıyla karşılaştılaşan Normanlar, miamrilerini değiştiren Arap zanaatkarları Londra' ya getirdiler. Ve sonuç, daha sonra, Gotik tarzın ortaya çıkmasına katkıda bulunacak bir duyarlılık devrimi oldu.

Yucatan Yarımadası'nda Maya medeniyeti zirvesindeydi. Oaxaca vadisinde, Japotec'ler yeni şehirler inşa etmeye devam ettiler, siyasi merkezlerini Monte Alban'dan Mitla'ya taşıdılar ve güçlendirilmiş şehri, büyük bir dini ve ekonomik merkez haline getirdiler.

M.S. 1200 13. yüzyılda Japonya, Çin ve Hindistan'dan gelen devasa deniz gemilerilerle ticarette patlama. Demir üretim fırınlarında odun kömürünün kullanımı. İpek, porselen, demir, inci ve mücevherlerle uluslararası lüks pazarlar. Çin, içinde yapay göller bile bulunan muhteşem villa bahçeleri inşa ediyor. Çin'de kullanılan kağıt para. Ancak gittikçe daha fazla pirinç yetiştirmek, tarla açmak için ormansızlaşma nedeniyle yıkıcı sellerle sonuçlanacak. Tapınak mimarisinde insan ve doğaldan ilahi ölçeğe değişiklikler.

Hindu tapınaklarından sütunlarla bile camiler inşa eden Gaznelilerle kuzey Hindistan, İslam ile bütünleşmeye başlar.

Nijer'de altının bulunmasıyla Afrika, küresel ticaretle bütünleşir. Altın madeni paranın ilk kullanımı, birkaç yüzyıl boyunca Avrupa'da büyük ölçekli işlemlere hakim olan bir madeni para olan florin. Etiyopya, Lalibea'da kayaya oyulmuş mimari kiliselerin büyük örneklerinden bazıları. İspanya'daki Müslüman hükümdarlar tarafından inşa edilen en güzel saraylardan biri olan Alhambra (El-Hamra). (MS 1333)

Avrupa'da, güney Fransa'da köprüler ve bankalar, "Province Denier", Avrupa'da yaygın olarak kabul gören birkaç para biriminden biri. Kuzey Avrupa kıyılarında ticarete hâkim olan tüccar loncalarının ve pazar kasabalarının doğuşu. Yüksek oranlar, dış payandalar, ince taş tonozlar ve dekoratif işler içeren 13. yüzyıl Gotik tarzı binalar. Hristiyanlık ilk kez kadınlara açılıyor; Mesih ve Meryem imgesindeki değişiklikler, artan sayıda kadının kutsanması. Cennet Kraliçesi olarak Meryem Ana'ya adanmış şehirler, katedral ve kiliseler.

Sisteriyenler, kasıtlı olarak basit olan bir mimari için havadar Gotik dikmeleri, vitrayları ve heykel detaylarını reddettiler. Tarihte ilk kez, mimarlık karşıtı bir mimari görüyoruz, hayatta kalan en iyi örnek Fountenay'daki Abbey (1118). Fontenay Manastırı, daha basit zamanları geliştirmesi ve mimari savurganlığa karşı bir suçlama işlevi görmesi için tasarlanmıştı.

İtalya'da, bu dönemde, Alman İmparatorluğu'na karşı, aristokratlar ve şehirli tüccarların karışımından oluşan yeni bir toplum yaratan bir siyasi birlik doğdu. Antik Roma günlerinden beri ilk kez şehirler, büyük duvarları olan Plaza adı verilen yeni kamusal alanlar inşa etti. Ayrıca Avrupa'nın en eski üniversitelerinden biri kuruldu. (MS 1289) İtalyanlar yavaş yavaş feodal sistemden çıkarken, Japonya'da feodalizm daha yeni başlıyordu: Shogunate; Çin'den ithal edilen, ilk kez kadınların da dahil edildiği "Pure Land" öğretisinin tapınaklarını inşa etti. Budizm'de şefkat ve annelikle ilgili bir dişil tanrının ortaya çıkışı, Meryem Ana kültünün Avrupa'da ortaya çıkışıyla da birçok paralellik taşır.

1280 yılında Moğollar, Orta Asya ve Çin'de Selçukluları yenerek tarihin en büyük imparatorluğunu kurdular. Bejing'de dahil olmak üzere Çinli Mimar Liu Bingzhong ile yeni şehirler inşa ettiler.

Song İmparatoru Huizong (1100-1125) sanatın coşkulu bir koruyucusuydu. 1123'te yayınlanan Xuanhe Huapu adlı resimlerinden oluşan bir katalog altı binden fazla eser listeliyor. Antik tarih ve kültüre artan bir ilgi gören bu saltanatta Sanat Akademileri kuruldu; antika koleksiyonculuğu da popüler oldu. Huizong ayrıca ayrıntılı bir mimari ve inşaat kılavuzu olan Yeni Yingzhao Fashi'yi (1103) sipariş etii. Kitap, "Yeni Yingzhao Fashi" olarak adlandırıldı çünkü Tang'a dayanan bir öncekinin modası geçmişti. Bununla birlikte, el kitabı, estetik veya felsefi bir belge olarak değil, daha ziyade imparatorluk yöneticilerinin inşaat endüstrisini düzenlemesine ve hüküm sürmesine yardımcı olmak niyetindeydi. Kitap, mimaride yüksek ahşap talebi nedeniyle ormansızlaşma tehlikesini çözmeyi de amaçlıyordu.

HİNDİSTAN Selçuklu zanaatkârlarından türetilen hünerleri sergileyen Alai Darwaza, Güney Asya'da Moğollar tarafından mükemmelleştirilen belirgin bir Güney Asya İslami mimari yapı tarzını işaret eden ilk anıtlar arasındaydı.

1260'tan 1517'ye kadar Mısır'ı yöneten Memlükler Arap değildi. Bunun yerine aslen Türk, Kürt ve Moğol kölelerdi ve Ayurubiler ordusunda savaşçı olarak yetiştirilmişlerdi, Suriye'den Kürt Türklerdi. 13. ve 14. yüzyıllarda Kahire'de Sultan Sarayı'na yakın bir cadde boyunca en az beş büyük medrese inşa ettiler. Omuz omuza oturan yapılar, çağın en önemli sokak ortamlarından birini oluşturmaktadır. Medreselerin Mekke'ye bakması gerektiğinden, tüm yapılar sokağa yaklaşık 10 derecelik açı ile bitişiktir. Mimarlar, programı karmaşık ve daracık kentsel sit alanına entegre etmede büyük bir uyum gösterdiler; Türbelerle birlikte cerrahi ve oftalmoloji (göz hastalıkları) eğitimi veren bir hastaneyi içeriyorlardı.

1115'te Sistersiyenler, manastırları işçi ve zanaatkârların bir tür dua olarak el emeği ile çalıştırdıkları çiftlikler olarak inşa ettiler. Kısa sürede çiftçilik ve hayvan yetiştiriciliğindeki yenilikleriyle tanınır hale geldiler. Üzüm bağları efsaneleşti. Kendi özel estetiğine sahip Sistersien manastırları, ışık bakımından loş, basit tonozluydu. Süslemesiz ve heykelsiz temiz yüzeyleri, olağanüstü akustik nitelikleri vardı. Metal üretimi ile, manastır olduğu kadar endüstriyel komplekslerdi.

Roma kiliselerinde yuvarlak sütunlar varken, Speyer'den itibaren Gotik kiliselerde, üzerine daha ince sütunlu bir çekirdekten oluşan sütunlar görünmeye başladı. Nefe bakan kolonetler yukarı doğru devam ederek tonoza kadar uzanırlar, iç taraftaki kolonetler ise yan koridorlardaki tonozların nervürlerinin bir parçası olurlar. Sonuç olarak, Gotik destekler ne sütun ne de payandalardı; daha ziyade, sadece dikey boyutta değil, aynı zamanda planda 45 derece döndürülmüş kareler olarak görüleceği gibi, bina boyunca köşegenler oluşturan sütun demetleriydi. Romanesk'ten erken Gotik'e geçiş, bir dereceye kadar nef yüksekliğinin sistematikleştirilmesi ve nefin yivli tonozla bütünleştirilmesiydi. 1300'e gelindiğinde, mimarlar gittikçe artan bir şekilde, yapıya özgü dekoratif nitelikleri keşfetmeye başladılar ve tarihçilerin çeşitli şekillerde Dekorlu, Dikey veya Gösterişli Gotik olarak adlandırdıkları stiller yarattılar. Bilim adamları uzun zamandır bu yeni stilistik yönün ortaya çıkmasının doğu ile artan temasla sonuçlanıp sonuçlanmadığını merak ediyorlar

İtalya'da, 1080'lerde Pisa, 1123'te Bolonya ve 1138'de Floransa'dan başlayarak, yeni doğan şehir hükümetleri, sonraki iki yüzyıl boyunca İtalyan siyasetinin alamet-i farikası olacak bir kent bilincinin temelini attılar. Yeni yönetişim kavramının merkezinde, insanların bir araya gelebileceği halka açık bir meydanın (kompo) önünde bir belediye binası vardı. Yüzyıllar sonra ilk kez -belki de Romalılardan beri- binalar bir kamusal alan ile bir bütün olarak tasarlandı ve inşa edildi. Üst katta büyük bir toplantı salonu, meydana bakan büyük pencereler ve duyuruların okunabileceği bir balkon. Zemin kat genellikle açıktı veya gümüşçülerin, altın tüccarlarının veya diğer yüksek vasıflı zanaatkarların ve tüccarların şehrin doğrudan koruması ve gözetimi altında çalışabileceği bir sundurma vardı.

13. yüzyılın başında, Roma Kilisesi onun teolojik yorumunun ve hiyerarşik yapısının bir dizi sözde sapkınlık tarafından tehdit edildiğini gördü; bunların birçoğu, ilahi olana erişimi tutan İncillerin bir yorumunun etrafında dönüyordu. Kilise'nin karmaşık ayinle ilgili talepleri yerine Mesih'in eylemleri. Fransiskenler mimarlık ve inşaatta uzman oldular. Başka bir dilenci tarikat olan Dominikanlar, doktorlar, avukatlar, öğretmenler ve birçok tanınmış filozof olarak biliniyordu. Ayrıca 13. yüzyılda skolastizmin gelişmesiyle yakından ilişkiliydi ve Avrupa'nın büyük üniversitelerinde öne çıktılar. Bir anlamda 13. yüzyıl Avrupa'nın ikinci Hıristiyanlaşması olarak görülebilir. Mendicants fakirlik yemini ettikleri ve dolayısıyla paraları olmadığı için, kiliseleri genellikle onlar için vatandaşlar tarafından inşa edildi. Başlangıçta çoğu basit yapılardı veya dönüştürülmüş ahırlardı. 1250'ye gelindiğinde, Fransa, Almanya ve İtalya'daki hemen hemen her şehirde Fransisken toplulukları vardı. Mendicant kiliseleri tanım gereği basit ve sadeydi. Katedrallerin büyük coşkulu biçimleri reddedildi. Örneğin Touluse'deki Dominik kilisesi (1275-92), uçan payandalara sahip değildi ve tamamen tuğladan inşa edildi. Aziz Corce Fransisken kilisesinde (1294'te başladı), mimar Arnolfo di Cambio, tonoz atlamayı reddetti ve hoş bir Gotik deneyimle geniş konstantin boşluğunu yeniden yarattı. Birçok İtalyan kasabasında, bu güne kadar yaşayan Mendicant kiliseleri büyük düz tuğlalı binalardır.

Kutsal bir tapınak olan Mezoamerica'daki Castillo, aynı zamanda bir güneş takvimi olarak da işlev görüyordu. Güneş yılının her günü toplam 365 adım için üç tarafta 91 ve kuzeyde 92 basamaklı merdivenler. Gündönümleri ve ekinokslardaki güneş olaylarının gözlemlenmesini sağlamak için neredeyse tam olarak ana yönlere hizalanmıştır. Top sahaları ve gözlemevi de önemlidir.

 

Kaynak: A Global History of Architecture

Genellikle cebirin babası olarak Diophantus bilinir ancak Harizmi'nin Al-jabr disiplin kuralları sonucunda bu ünvana sahip olması istenmektedir. Diophantus'u destekleyen kişiler Al-Jabr 'deki cebirin biraz daha elenmentsel olduğunu ifade etmişlerdir. Kendi savundukları Arithmetica kitaplarının Al-Jabr 'dan daha teorisel olduğunu söylemişlerdir. Al-Khwarizmi'yi destekleyenler ise çıkarma ve dengeleme (toplamının tersi ve elemanların birbirlerini sıfırlaması) Al-jabr kitabının cebiri her şeyden ayrı tutup yeni teoriler üzerine kurulmuş olmasından dolayı sevmişlerdir. İranlı matematikçi Ömer Hayyam cebirsel geometrik çözümler ve küplü denklemler üzerinde çalışmış biridir. Bir diğer İranlı matematikçi ise Şerafeddin el-Tusi'dir. O da fonksiyonların gelişiminde etkili biri olmuştur. Hint matematikçiler Mahavira ve II.Bhaskara, İranlı matematikçi Al-Karaji ve Çinli matematikçi Zhu SHijie birçok küplü denklemin çözümüde etkili olmuşlardır.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

-BOETHİUS (477-524) Roma dünyasının belkide en büyük matematikçisi Anicius Manlius Boethius antikçağın son Stoacı filozofu ve Ostrogot Kıralı Büyük Theoderich'in güvendiği adamı olup matematiksel bilimleri (aritmetik, geometri, müzik ve astronomi) "quadirivum" (dört yol) olarak tasarlamış ve daha sonraları çoğunlukla "quadirivum" olarak adlandırmıştır. Yedi Serbest Sanatın bunlar dışında kalan diğer üçü (gramatik, retorik, ve diyalektik) 9. yüzyıldan itibaren "trivium" (üç yol) diye adlandırılmıştır. Bu ad altında incelemeler 1500 lü yıllarda Wilhelm Holtzman 'a kadar devam eder.

Sıfır sayısı M.S. 5. yüzyılda Hintlilerce icat edilmiştir. Müslümanların matematik alanında Hintlilerden aldığı bilginin büyük bir kısmı Siddhantalar olarak bilinen ve M.Ö.425 lere dek uzanan derleme astronomi risalellerinde bulunuyordu. Bu risalelerden Müslüman kaynaklarında Sindhiindler olarak söz edilmektedir. Klasik Hint matematik eserlerinden Surya Siddhanta'da (400ler) sinüs, kosinüs ve ters sinüsgibi trigonometrik fonksiyonlar ortaya koymuştur. Bunlar arasında İslam matematik ve astronomi bilgisi için belki en önemli olanları, Hintli matematikçi ve gökbilimci BRAHMAGUPTA'ya (598-670) ait olan ve ondalık sayıları ve Hint-Arap sayı sisteminin açık bir şekilde sergileyen Brahma-Sputha-Siddhanta (Brahma'nın Sistemi 628) ile daha önceki Siddhantalar'ın sistemleştirilmiş hali olan, Aryabhata'l'in (476-550) Aryabhatiya'sıdır (Arya Hizmetçisinin Kitabı) Siddhantalar 773 yılında Halife el-Mansur'un emriyle Arapça'ya çevrilmiştir.

-TSU CH'UNG CHİH (430-501) Çinli bilgin Pi sayısının 7. ondalık basamağa kadar olan değerini bulmuştur ki bu değer, onu izleyen 100 yıl boyunca aşılamamıştır. Çin matematiği daha sonra inişe geçmiş, 16.-18. yüzyıllar arasında Cizvit misyonerlerin Çin'deki çalışmaları sonucunda Çin metamatiği yendiden canlanmış ve iki kültür (Çin ve Avrupa Kültürleri) arasında etkileşmeler olmuştur.

1130 yılı dolaylarında Bath'li Adelard tarafından Algoritmi de Numero Indorum (Harzemli Hint Rakamları ile Hesaplama Sanatı) adlı Toledo çevirisi, Batı'da büyük etki yaratmıştır. EL-HAREZMİ bu yapıtında pratiğe eğilim konusunda şunları söylemektedir; "Arimetikte en kolay ve en yararlı olan şey, insanların günlük yaşamlarındaki miras işlerinde, mal bırakmalarında, paylaşımlarda, davalarda, ticarette ve tüm işyerlerinde, ya da arazi ölçümü, kanal hafriyatı, geometrik hesaplamalar ve çok çeşitli türden başka konularda yapılanlardır."

Avrupa 13. yüzyıla dek Romen (Roma) rakamlarını kullanmıştır.Romen rakamları matematik işlemlerini oldukça güçleştirmiş ve geciktirmişti. Bu rakamların yazılması çok hantaldı ve bunlarla dört işlem yapmak çok zor olup kimse bunları beceremiyordu.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-DİOPHANTOS M.S.(206-290) Yunan Matematiğinin son aşamalarında İskenderiye'li Diophantos ile ortaya çıkan sayısal işlemler, Süryanilerce çoktandır bilinen ama pek kullanılmayan Hint sayı sisteminin geniş bir şekilde uygulama alanına getirilmesinin de yardımım ile iyice genişletilmiştir. Bundan önce aritmetik, parmak hesabının dışında, yalnızca en bilgelerin anlayabilecekleri bir sırdı. Arap rakamları artimetiği herhangi bir ambar çırağının kavrayabileceği duruma getirdi ve böylece Araplar matematiği demokratikleştirdi. Bütün çizimler, çapraşık astronomi ya da fizik hesapları kusursuz bir sayı sistemi gerektirdiğinden, Arapların Hint sayı sistemini geliştirmeleri, matematiği kısa zamanda çeşitli yararları dokunan bir araç haline getirdi. Böylece Araplar yeni bilgi dalları yarattılar ve bu alanda ne Yunanlıların ne de Hintlilerin asla varamamış oldukları bir olgunluğa eriştiler. Aritmetiğe olan tutkuları o kadar büyüktü ki, bu onları, Eskiçağ'ın en büyük matematikçilerinin çözülemez dedikleri aritmetik problemlerini ele almaya ve onları çözmeye yöneltmişti. Araplar cebirin yanısıra hem astronomi hem de haritacılıklta büyük önem taşıyan bir başka alan olan trigonometride de büyük gelişme kaydettiler. Bu nedenle de, Rönesans'ın matematik öğretmenleri bir anlamda Yunanlılar değil, Araplar olmuştur.

Diophantus'un ölümünden sonra Arithmetika ve diğer çalışmaları batı dünyasında (Avrupa'nın Karanlık Çağ'a girmesinden dolayı) unutulmuştur. Arithmetika'nın büyük bölümünün bugüne ulaşabilmesinin sebebi, Arap alimlerin bu eser üzerinde tafsilatlı bir şekilde çalışmasıdır.

Diophantus'un çalışmaları tarihte büyük bir etkiye sahipti. Arithmetica’nın baskıları on altıncı yüzyılın sonlarında ve 17. ve 18. yüzyıllarda Avrupa'da cebirin gelişimi üzerinde derin bir etki yaptı. Diophantus ve eserleri de Arap matematiğini etkiledi ve Arap matematikçiler arasında büyük ün kazandı. Diophantus'un çalışması cebir üzerine çalışmak için bir temel oluşturdu ve aslında ileri matematiğin çoğu cebire dayanmaktadır. Hindistan'ı ne kadar etkilediği tartışma konusudur.

Diophantus genellikle "cebirin babası" olarak adlandırılır çünkü sayı teorisine, matematiksel gösterime büyük katkıda bulunmuştur ve Arithmetica senkoplu gösterimin bilinen en eski kullanımını içermektedir.

Arapların ilk matematik araştırmaları Emeviler (661-750) dönemine uzanırsa da bu çalışmalar genel olarak Abbasiler (750-1258) döneminde başlar ve uluslararası üne kavuşmuş olan büyük matematikçi el-Harezmi ve çağdaşı İbn Türk ile hızlanır.

-EL-BATTANİ (858-929) Trigonometrinin en büyük kurucularından biri, Harran doğumlu ünlü astronom Ebu Abdullah el-Battani'dir. Kendisine "Bağdat'lı Batlamyus" lakabı da verilmiştir. El-Battai sinüs, tanjant ve kotanjantın sıfırdan doksan dereceye kadar çizelgelerini hazırlamıştır.

İslam matematik metinleri, pratikten çıkan sonuçları saf bilim ile birleştirmesiyle Yunan matematik metinlerinden ayrılır. Buna örnek, Al-Farabi'nin, mühendislik bilimi ile cebri birbirine bağlamasıdır. Uygulamalı bilginin (pratiğin) sistemli olarak kuramla işlemek İslam biliminin özel bir yaratısıydı. Al-Farabi (870-950) matematiği yedi alt disipline ayırmıştır. Cremona'lı Gerard'ın buna ilişkin Latince çevirisinde bu disiplinler şöyle verilmektedir. 1- Aritmetik 2-Geometir 3-Optik ve perspektif 4-Yıldızlar bilimi 5-Müzik bilimi 6-Ağırlıklar bilimi 7-Mühendislik birimi.

-CEZERİ Al-Jazari (1136-1206) The Book of Knowledge of Ingenious Mechanical Devices (Kitab fi Ma'rifat al-Hiyal al-Handasiyya)

-PİTİSCUS (1561-1613) Trigonometri, teknik bir terim olarak ilk kez, Bartholomaeus Pitiscus tarafından 1975'te yayımlanan Trigonometria adlı eserinde kulllanılmaya başlanmış ise de, Müslümanlar yıllarca önce, hiçbir ad vermeksizin genel matematik ve astronomi içinde bugünkü trigonometrinin konularını işlemişlerdir. Avrupalılar modern trigonometrinin temelini oluşturan sinüs, kosinüs, tanjant ve kotanjantın ne olduklarını müslüman matematikçilerden öğrenmişlerdir. Örneğin Latince olan "sinus", Arapça "ceyb" (cep, kıvrım) sözcüğünden dönüşmedir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Batı Avrupa’nın uyanmasından önceki yüzyıla kadar Yunan kültürünü ve geometrisini tam olarak Müslümanlar anlamıştır. Yunan klasiklerini, geometrilerini, fen bilimlerini ve felsefelerini Arapça’ya çevirmişlerdir. Fakat ne Öklid’in ne de Apollonius’un çalışmalarına gözle görünür bir katkı yapmışlardır. Okullaşma olmadığı için gençlere bu çeviriler öğretilmemiş, bu kitaplar sadece neredeyse bir süs olarak sarayda kalmıştır. Yaptıkları hizmet, kaybolmaya yüz tutmuş Yunan klasiklerini, matematiksel üretimini ve düşüncelerini Arapça çevirileriyle Avrupa’ya iletmişlerdir.

Avrupa’daki karanlık çağda biri Boethius’un (510) diğeri de Öklid’in (MÖ 300) Sements isimli kitabı vardı. Bunlardan sonra Gerbert’in (1000) ve Fibonacci’nin (1202) geometrileri sayılabilir ama bu geometriler İskenderiye geometrilerinden ileri bir düzeyde değildi.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Geometri

 

Al-Farabi'nin (872-950) Geometriye katkısı, özellikle "Teknik Geometri" (Türkçe Baskısı) adlı kitabı ile belirginleşir. Farabi, kendine has bir tanım olarak Geometriyi, her bilimi hemen hemen aynı şekilde iki grupta incelediği gibi, iki bölüme ayırır.

Birinci bölümde; Ameli Geometri. Ameli geometri işlerle ve üretimle ilgili bir bölümdür. Burada yapılan çizimlerdeki her öge (kare, üzçgen, daire v.b.g) üretimi yapılacak veya üretimde kullanılacak bir neseneyi temsil eder. Masa, sandalye, duvar, pencre v.b.g

İkinci bölümde; Nazari Geometri. Bu geometride kullanılan, çizimi yapılan şekiller, kendilerinden başka bir şey ifade etmedikleri gibi, bir tür zihinsel problem çözme ve/veya soyut düşünmeye yarar. Farabi, ilimler ilmine giren kısmın bu olduğunu söylemekle belki de, o döneme kadar, felsefe okullarının; "Geometri Bilmeyen Yanımıza Gelmesin" sloganının içeriğindeki Geometrinin bu olduğunu kastediyor olabilir. Farabi'nin "Teknik Geometri" (internet üzerinde ulaşılabilir paylaşımı) kitabı, herhangi bir ölçü birimi ve ölçü aleti kullanmadan geometrik problemler ve çözümler, oran, kıyas ve bunun gibi incelemeler içermektedir. Dairenin üç, dört, beş v.s. eşit parçalara bölünmesinden başlayarak, kürenin kağıt üzerinde yirmi eşit parçaya bölünmesi ile sonlanır.

Kaynak: Teknik Geometri - Al Farabi

     
         
       
         
RÖNESANS FELSEFESİ ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK TARİHİ

RÖNESANS MS 14.yy-16.yy

Bilgi yeniden deney, gözlem ve hesap yöntemiyle, doğanın çözümlenmesi ve anlaşılması olarak kabul görmüş. Doğa felsefesi incelemelerinin ideal nesnesi bundan böyle insanlar tarafından kaleme alınmış ve daima geleneksel olarak değerli bulunmuş olan kitaplar değil, bizzat 'Doğa'nın Kitabı' olacaktı. Bu noktada, deneye dayalı bilimsel bilginin -bir daha başka bir yerde ve zamanda aynı deneyi yapmaya ihtiyaç duyulmayacak kesinlikte ortaya konulması- olarak diğer bilgi türlerinden ayrışmasından bahsetmekte fayda olabilir.

Galileo, matematiksel formda bir doğa felsefesini savunurken, Paracelsus'un kendi fikrini savunmak savunmak için başvurduğu Doğa'nın Kitabı figürünü kullandı: 'Felsefe, sürekli gözümüzün önünde duran açık bir kitapta, yani evrende yazılıdır... Bu kitabın dili matematiktir ve harfleri üçgenler, daireler ve diğer geometrik şekillerden oluşur; onlar olmadan insanın bu kitabın tek kelimesini anlaması olanaksızdır.'

Yine de Bacon ve Galileo gibi yenilikçiler veya erken modernler, Rönesans'ta, gözlemlerinin güvenilirliği ve yaygınlığı tamamlanmamış olduğu için, birincil bilgi olan Kutsal Kitap, Aristoteles ve otoriteye bağlı oldukları ölçüde kabul edilebildiler. Eski metinlere 'yazıcılar' tarafından topluca giren hatalar, doğrudan deneyimlemede ısrar edilerek düzeltilmeliydi. Hatta bazı Rönesans hümanistleri, tercümelerinden şüphe edilen Kutsal Kitapların ve eski metinlerin doğruluğunun, artık, ancak doğanın kanıtlarının doğrudan incelenerek desteklenebileceği sonucuna varmışlardı. Onaltıncı yüzyıl Protestan Reformu; İncil'in matbaa sayesinde bireysel okumaya ve bireysel yoruma açılması ve Doğa'nın Kitabı'nın doğrudan deneyimlenmesi ile ilahi bir gücün yazdığı bir metni çözmeye çalışmak olarak yorumlanması koşulu ile desteklendi.

Sonuçta yine de gerçeğe -haklı olarak- 'zamanın kızı' dendi, 'otoritenin kızı' değil. Böylece entellektüel ilerleme fikri tarihsel açıdan doğal kabul edilmeye ve deneyim, otorite ve eski bilgiye tercih edilmeye başlandı. Ancak şimdi deneysel gerçeği kesin olarak kabul edebilmek için yeterli sayıda deneye ve deneylerin güvenilirliği konusunda 'metodolojiye' ihtiyaç duyulmaya başlandı. Ve hatta insan yapısı deneysel gerçeğin doğanın gerçeğini yansıtıp yansıtmadığı tartışma konusuydu.

Kaynak: Steve Shapin, The Scientific Revolution

-FRANCIS BACON (1561-1606)'a göre bilginlerin içinde bulundukları çağa uyanma zamanı gelmiştir. Antik çağ dediğimiz aslında dünyanın gençliğiydi. Dedi ki; bilimsel çalışmalar her zaman eylemle birleştirilmeli ve bilim adamının onuruna ya da kazancına yönelik entelektüel meraktan değil, sivil topluma faydası için takip edilmelidir. Bir eğitim bilimine ve zihni geliştirmenin ve erdemi geliştirmenin yollarını ele alacak pratik ahlak üzerine kitaplara ihtiyaç vardı. Düşünce tarihine paralellik sağlamak için bir mekanik ve icatlar tarihine ihtiyaç vardı. Okulların "felsefe" dediği genelleştirilmiş düşünceyi reddetti ve konusunu özel bilimlere ayırdı. Yeni sınıflandırma sistemi aynı zamanda Bacon'ın düşüncesinin insan merkezli (kelimenin yirminci yüzyıl anlamındaki "hümanist") karakterine de işaret ediyor. Antropolojinin temellerinin atıldığı söylenebilir. Bacon, Kopernik'in gökler teorisini kabul etmedi, ancak Kant'ın ortaya koyduğunu iddia ettiği türden bir "Kopernik devrimi", Bacon'ın bilimlerin doğaya dayalı geleneksel bölünmesini terk etme ve bilgiyi aklın fakültelerine göre yeniden düzenleme kararında başladı. Dönemin, dünya tarihinde, Yunanistan ve Roma günlerini zafer ve başarı açısından çok aşacağını umduğumuz üçüncü büyük bir çağ oluşturduğundan söz etti.

Kaynak: wikipedia/FrancisBacon

Bacon'un Yeni Organon -The Novum Organon- (The New Organon,or True Directions Concerning the Interpretation of Nature) adlı eseri, geleneksel sistemin (Aristoteles'çi tarzda yazılan metinler) yerini alan yeni bir yöntem olarak değerlendirildi.

Kaynak: Steve Shapin, The Scientific Revolution

-MACHİAVELLİ (1469-1527); Siyasal düşünüşün laikleştirilmesi ve bilimselleştirilmesi gerektiğini savundu. İtalyan Rönesans hareketinin en önemli figürlerindendir. Başarıya ulaşmak için her yola, her araca başvurulması gerektiğini savundu.

-THOMAS HOBBES(1588-1679); felsefede materyalizmi, etikte haz ahlakını, siyasette monarşiyi benimseyen bir İngiliz filozoftur. 1651 tarihli Leviathan adlı çalışması, Batı siyaset felsefesinin izleyeceği yolu çizmiş ve baş ucu eseri olmuştur. LeviathanTevrat'ta geçen bir canavarın adıdır ve Hobbes'ta her şeye egemen olan devletin simgesidir.

 

Rahip Gregorius Reisch (1470-1525) Margarita Philosophica (Felsefe İncisi) adlı eserinde; matematik ile felsefeyi biribirinden ayrı tutarken artık felsefe, Yedi Serbest Sanatın kraliçesidir. Bilginin yayılmasında önemli rolü olduğu söylenen ansiklodepik eseri, daha önce Farabi'nin başka bir şekilde yaptığı gibi bilimleri sınıflandırır.

Reisch 'in bu ansiklopedik eseri, İtalya'da mimarlığın, heykeltraşlığın ve resim sanatının matematikleştirilip böylelikle bilimselleştirildiği bir dönemde yayımlanmıştır. Eski aritmetiğe karşı yeni aritmetiği, Pythagoras'a karşı Boethius'u, çörküye (abakus) karşı Hint-Arap rakamlarını, çörkücülere karşı alogaritmacıları savunmaktadır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Günümüz literatüründe, on yedinci yüzyılın bilimsel devrimi hakkında önemli tartışmalar olmuştur. Steve Shapin, The Scientific Revolution adlı küçük kitabına şu kışkırtıcı ifadeyle başladı: "Bilimsel Devrim diye bir şey yoktu ve bu onun hakkında bir kitap." Shapin'in şüpheciliğinin bir nedeni, on yedinci yüzyılda bizim anladığımız anlamda bilim diye bir şeyin olmaması gerçeğidir: birçok tarihçi artık “Bilimsel Devrim” denen tekil ve ayrık bir olayın var olduğundan, zaman ve mekan içinde yerelleştiğinden emin değildir. . Bu tür tarihçiler, on yedinci yüzyılda devrimci değişime uğrayan "bilim" adı verilen tek bir tutarlı kültürel varlığın olduğu fikrini bile reddederler. Bunun yerine, doğal dünyayı anlamayı, açıklamayı ve kontrol etmeyi amaçlayan, her biri farklı özelliklere sahip ve her biri farklı değişim biçimlerini deneyimleyen çeşitli kültürel uygulamalar vardı.

Kaynak: Erken Modern Felsefede Scientia: 24 (Bilim Tarihi ve Felsefesi Çalışmaları). Springer Hollanda. Kindle Sürümü.

Örneğin İtalyan bilgini Niccolo Tartaglia'nın (özgün adı Niccolo Fontana 1499-1557) Nova Scientia (Yeni Bilim, Venedik, 1537) adlı eserinde matematik; Geometri, Aritmetik, Alan ve Hacim belirlemeleri, ölçüm aletleri tasarım ve üretimi, Coğrafya ve Kozmografya, Astroloji, Müzik, Statik, Mimarlık ve kale/istihkam inşaası, Optik, Makine üretimi, Sanatsal modellerin tasarımı ve üretimi, askeri taktik konusunda öneriler (ordu formasyonu) merminin çapı ve ağırlığı ve Kesin Bilginin Aktarılması gibi konularla ilgiliydi. Ayrıca; Tartaglia ve Vanooccio Biringuccio (1480-1539) İtalyan Halk dilinde (lingua volgare) yazmıştır. Daha sonra Galieo Galilei de aynı dili kullanmıştır. Böylece Latince ve Yunanca bilmeyen sade insanların da bilimsel konuları izlemelerine olanak tanınmıştır. Bu yöntem; daha önce matematiğin Araplar tarafından herkes için kullanılabilir hale getirilmesi olarak demokratikleştirilmesi gibi, bilimin, bilimsel bilginin demokratikleştirilmesi olarak düşünülebilir.

Kaynak: F.Klemm, "Die Rolle der Technik in der italienischer Renaissance", Technikgeschichte, 32, 221-243 (1965), s.130.

O dönemde bu kitap gibi bilimleri sınıflandırmaya çalışan eserler ve çalışmalar çoktur ve Zeki Tez'in "Matematiğin Kültürel Tarihi" -2011 adlı kitabında bulunabilir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Geç onaltıncı yüzyılda hümanist akımlar bilime katılımları ve onun sivil topluma yayılması gerektiğine ilişkin beklentileri etkilemeye başladıkları gibi, bilgiyi insana, gündelik kullanımının yanında onu erdeme ulaştıracak bir olgu olarak da sunuyordu. Bu döneme kadar kilisenin himayesi altındaki bilim, askeri güç vaadiyle, devletin ve asillerin desteğini almaya başladı. Bacon bir yandan, İncil'in matbaa sayesinde yaygınlaşan bireysel yorumu konusuna şiddetle karşı çıkarken, öte yandan 'İnsan bilgisinin, insan gücü ile bir olduğu' düşüncesiyle devlet hazinesinden hak iddia ediyordu. Aristokratların öğrenmeye olan ilgilerinin yanında, prestij, şan, şöhret, güç merakları ile bilime bireysel destekleri, kiliseye bağımlı üniversiteler yanında, Florentine Accademia del Cimento (1657), Royal Society of London (The Royal Society of London for Improving Natural Knowledge)(1660) ve Parisian Academie Royal des Sciences (1666) gibi sivil, bilimsel toplulukların oluşmasına yol açtı. Kavgalara yol açan din ve politika tartışmalarının (bu tarz konuların sadece insanları böleceği düşünülüyordu) yasaklandığı bu kurumlara toplanan bilim insanlarının ve meraklılarının deneysel bilime yönelik çalışmaları; -üniversitelerin bilimi tamamen bilginlere ve din adamlarına mal etmesine alternatif olarak- hem doğru ve güvenilir doğa bilgisini oluşturma, hem de bunun sivil halka yaygınlaştırılması çerçevesinde sosyal ve toplumsaldır.

Kaynak: Steve Shapin, The Scientific Revolution

 

 

-EL-MARDİNİ (1423-1497) Bedrettin Sıbt El-Mardini tümüyle altmışlık sistemi incelediği Rakaik el-Hakai'k fi Hisabid Durc ve'd-Dakaik (Derece ve Dakikaların Bilgisiyle İlgili Gerçeğin İncelikleri) adlı bir kitap yazmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Bayağı kesir ve ondalık kesir, örnek olarak sırasıyla 24/5 ve 4,8 olarak gösterilir. Birinci gösterim(bayağı kesir, orantılı sayı, rasyonel sayı) 4000 yıldan beri bilinmekte ve eski Mısırlılar tarafından da kullanılmaktaydı. Araplar tarafından Hintlilerden alınarak Avrupa'ya aktarılan ikinci gösterim (ondalık kesir, ya da ondalık sayı) ise Avrupa'da ilk olarak Regiomontanus tarafından benimsetilmeye çalışılmış, 1579'da François Viete (1540-1603) ve 1585'te Simon Stevin (1548-1620) tarafından düzenli olarak kullanılmıştır. Viete'nin matematik çalışmaları Frans Van Shooten (1615-1660) tarafından Opera Mathematica (Matematik Eserleri) adı altında yayınlanmıştır.Viete'nin temel başarılarından biri; matematik çizelgelerinde o zamana dek kullanılagelmiş olan altmış tabanlı kesirler (derece, dakika, saniye sistemi) yerine ondalık kesirleri kullanıma koymak olmuştur. Viete, Isagogein Artem Anatyticum (Analiz Sanatına Giriş) (1591) adlı yapıtında "algebra" sözcüğü yerine "analyticum" (çözümleme) sözcüğünü kullanarak "problem çözümünün cebirsel yöntemleri" anlamına gelecek şekildebu yeni sözcüğü matematik literatürüne sokmuş, "cebir" sözcüğü ise bundan böyle "denklemlerin nasıl işleneceklerini gösteren kurallar topluluğu" şeklinde bir kullanım kazanmıştır.

Rönesans döneminde matematikte simgeciliğin iyileştirilmesi, yeni problemlerin ortaya konması ve çözümü açısından bir hazırlık aşaması olmuştur. Matematik, basit ve elverişli simgeler olmadan ilerleyemezdi. Artı ve eksi için "+" ve "-" simgelerinin (önceleri "p" plus ve "m" minnus kullanılırdı), eşitlik için "=", bölme için "÷" kullanılması diğer kolaylıklardı. Simon Stevin'in ondalık sayıları yaygınlaştırması da eklenebilir. 1489 yılında Alman matematikçi Eger'li Johann Widman (1462-1489) daha önce toplama ve çıkarmayı dile getirmek için kullanılan "piu"(artı) ve "meno"(eksi) sözcüklerinin baş harfi 'p' ve 'm' nin yerine '+' ve '-' işaretlerini getirmiştir. 1525 yılında Christoph Rudollf (1500-1545) karekök için '√' simgesini kullanıma sokmuştur. Fermat ve Descartes eşitlik işareti için '∞' işaretini kullanmışlar ve bu tercihlerinin nedeni olarak; Latince eşit anlamına gelen 'æquus' sözcüğün ilk harfinden yararlandıkları sanılmaktadır. '∞' işaretini ilk defa sonsuz büyüklük anlamında İngiliz matematikçisi John Wallis (1616-1703) kullanmıştır. Ancak negatif sayıların benimsenmesi güç olmuştur. Aralarında Viete ve Pascal'ın da yer aldığı 16. ve 17. yüzyılın çoğu batılı matematikçisi negatif sayıları reddetmiş ya da kuşkuyla karşılamıştır. 1830 gibi geç bir tarihte, seçki matematikçi ve mantıkçı Augustus de Morgan (1806-1871) -'3-8 bir imkansızlıktır; bu işlem 3 sayısından kendisinden büyük bir sayının çıkarılması demektir ki bu saçma bir işlemdir' diye yazmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-SIMON STEVIN (1548-1620) Yine Rönesans'ta bilimsel yazımlarda Latince'yi bırakıp kendi dilinde yazmak konusuna önem veren bir başka matematikçi idi ; Stevin'in amacı, insanlığın daha önceki tüm bilgilerini geri kazanacağı ikinci bir bilgelik çağı getirmekti . Bu çağda konuşulan dilin Felemenkçe olması gerektiği sonucuna vardı, çünkü ampirik olarak gösterdiği gibi, o dilde, karşılaştırdığı herhangi bir (Avrupa) dilinden daha fazla kavram tek heceli kelimelerle gösterilebilirdi. Bütün eserlerini Hollandaca yazmasının ve tercümesini başkalarına bırakmasının nedenlerinden biri de buydu. Diğer bir neden ise, eserlerinin o zamanın ortak bilim dili olan Latince'ye hakim olmayan insanlar için pratik olarak faydalı olmasını istemesiydi. Hollanda dili Simon Stevin sayesinde matematik için " wiskunde " ( "kunst van het gewisse of zekere" bilinen veya kesin olanın sanatı), fizik için " natuurkunde " ("doğa sanatı") , " scheikunde " gibi uygun bilimsel kelime dağarcığına sahiptir . ("ayırma sanatı") kimya için , " sterrenkunde " ("yıldız sanatı") astronomi için , " metkunde " ("ölçme sanatı") geometri için .

Kaynak: Wikipedi/Simon Stevin

-FRANCIS BACON (1561-1606) 1605 tarihli The Advancement of Learning (Öğrenimin İlerlemesi) adlı eserinin 1623 tarihli genişletilmiş Latince nüshası olan De Dignitate et Augmentis Scientarum adlı eserinde matematiği kendine özgü bir bilim olarak değil, kozmoloji ve felsefeye bir ek olarak işlemiştir. Burada saf ve karmaşık ayrımı yapmış ve karışık matematiğin kapsamına astronomi, coğrafya, perspektif, yapı sanatı ve müziği almıştır.

-JOHANN FAULHABER (1580-1635) Ingenieurs-Schul(Mühendisler Okulu Nürnberg 1637) adlı eserinde "philosophia" (felsefe) kapsamına değil de "sapientia" (bilgi) kapsamına alınan 12 matematiksel bilim saymıştır; Geometri, Topografya, Coğrafya, Aritmetik, Müzik, Gnomonik, Trigonometri, Optik, Arkitektonik, Astronomi, Logaritmografi ve Mekanik. Buna göre Arkitektonik (mimarlık) matematiksel bilimler arasına alınmıştır. Bu eserin ikinci baskısında arkitektonik; askeri mimarlık, gemi mimarlığı ve sivil mimarlık olarak üçe ayrılmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

1545 'te İtalyan Matematikçi Girolamo Cardano, Ars Magna - Muhteşem Sanat isimli kitabını yayınladı. 40 bölümlük harika bir sanat eseri ve ilk defa küplü ve üstlü denklemleri anlatmıştır. François Viète'nin 16. yüzyılın sonlarına doğru yapmış olduğu çalışmalar, cebirin klasik disiplin temellerinin atılmasını sağlamıştır. Bir diğer önemli gelişme ise 16. yüzyılın ortalarına doğru köklü ve küplü denklemlerin çözülmesidir. Determinant formülü Japon matematikçi Kowa Seki tarafından 17. yüzyılda bulunmuştur ve bunu takiben Gottfried Leibniz 10 yıl sonra lineer denklemlerin çözümünü kolaylaştırma adına matris'i yayınlamıştır. Soyut cebir 19. yüzyılda geliştirilmiştir. Şu anda Galois theory olarak bilinen denklemleri çözebilmek için geliştirilmişlerdir. "Modern algebra" 19. yüzyıla kökleri dayanan önemli bir konudur. Örneğin; Richard Dedekind ve Leopold Kronecker, cebirsel sayı teorisi ve cebirsel geometriyi yarattığı kabul edilen ve kullanan kişilerdir.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

Nürnberg'de doğan ünlü ressam Albrecht Dürer (1471-1528), çağının mesleğiyle ilgili teknolojik yeniliklerine ilgi duyarak çeşitli eserler kaleme almıştır. Alman dilinde uygulamalı geometrinin ilk ders kitabı niteliğindeki Die Underweysung der Messung mit Zirckel und Richtscheyt in Linien, Ebenen und ganzen Körpen (Doğrularda, Düzlemlerde ve Tüm Cisimlerde Pergel ve Cetvelle Ölçüm Yöntemleri)(Nürnberg 1925) adlı Geometri konulu kitabında; felsefi-dinsel bir temele dayanarak Tanrı tarafından bahşedilmiş insan ruhunun ilk tabloları (düşünceleri) olarak matematiksel figürler şekillendirmiştir. Farabi'nin Geometri kitabı (nazari geometri) ile geometrik şekillerin incelenmesi bağlamında benzerlik gösteren kitapta; doğru kavramından başlayarak, sarmallar, daire çevresinde koni kesitlerine, elips, parabol ve hiperbol çizimlerine ve eğri çizme aletine kadar çeşitli konular işlenmiştir. Ayrıca güneş saati yapımı, Antik Roma alfabesi, Gotik alfabe (bugünkü typography), son olarak çizimde ışık ve gölge konuları ele alınmıştır. Kaynak olarak Eulides, Leon Baptista Alberti ve Luca Pacoli'den yararlanmıştır. Kitapta çizimler yolu ile perspektif teknikleri anlatılmaktadır.

Robert Fludd'un (Robetus de Fluctibus) (1547-1637), başta "Utriusque Cosmi Historia" (1617) olmak üzere çeşitli eserleri, makine ve alatlerin tarihi açısından çok önem taşımaktadır. Fludd, matematiğe Hermetik-kimyasal bakış yaklaşımının yetkin bir örneğini vermiş; daire, üçgen, kare ve diğer şekillerin karşılıklı ilişkisi yoluyla doğadaki uyumu (harmoniyi) göstermeye çalışmıştır. Ona göre matematikçiler, bu bilimi, evrenin bütünsel tasarımını incelemek için birer araç olarak kullanmalıdırlar.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Avrupa'da alet yapımı ve Matematik; Uygulamalı matematik ve matematiksel bilimlerdeki gelişme, aletli yardımcı araçların keşfi, kullanılması ve yetkinleştirilmesiyle yakından bağlandılıdır. Aletler, özellikle astronom, hesap uzmanı, çizimci, inşaatçı, denizci, haritacı, mimar, saha ölçümü ve topçu gibi bir nesneyi gözlemleyene hizmet etmekteydiler. Nesne ve olayların sayılarla kavranması geliştikçe, daha kesin ölçme gereksinimi ve buna karşılık gelecek şekilde de alet yapımı gerekmiştir. Teknik bilgilere karşılık gelen araştırma konularının önemli bir alanı aletlerin tarihidir. Alet yapımcısının (mechanici) bilimin (astronomi, matematik, jeodezi) daha da ilerlemesindeki ve oluşan erken ulus devletlerin şekillenmesindeki önemi göz ardı edilmemelidir. Bunlar yalnızca arazi ölçümü ve kartografi için ölçüm aletleri geliştirmekle kalmamış, modern topçuluk tekniğinin gelişmesine de katkıda bulunarak, oluşan mutlak tahakküm politikası çerçevesinde büyük önem taşımışlardır. Matematik pratisyenlerinin tarihe kazandırdıkları, önce, günlük pratik için gerekli olan matematiksel temel bilgilerin aktarılması ve yaygınlaştırılması, öte yandan da gerekli araç ve aletlerle bilimi ve pratiği beslemek, matematiğin bir dizi uygulama alanlarını pratik ve kuramsal olarak işlemek olmuştur. Aralarında birçok tanınmış isim olmasına rağmen, alet yapımında başarılar elde eden pratisyenler grubunun çoğunluğu isimsiz kahramanlardır.

Bilmsel aletlerin üretiminde ilk merkez Nürnberg'dir. Ortaçağ sonlarında Avrupa ticaret yollarında bir kavşak olan bu şehir, Almanya'nın en önemli maden yataklarına yakın olması itibari ile silah, donanım, ev eşyası üretimi, çan ve top dökümü konularında başrolü oynamıştır. Ahşabın yanı sıra bronz ve pirinç, 15. yüzyılda başlanan bilimsel aletlerin üretiminde önemli malzemeler olmuştur. Nürnberg'de bulunan çok sayıda bilim insanının çağrısı üzerine, loncalar halinde örgütlenmiş olan mesleklerde, her şeyden önce astronomiye ve denizciliğe ilişkin aletlerin yapımı konusunda bir işbirliğine gidilmiş ve üretilen aletler bu kentten Avrupa'nın tüm kentlerine doğrudan ya da İtalya üzerinden dolaylı olarak Portekz ve İspanya'ya kadar ihrac edilmiştir.

Mevcut aletlerdeki iyileştirmeler öncelikle şu konularda olmuştur;

1-Benzer üçgenlerden yararlanarak bir şekli büyütmek ya da küçültmek üzere kopyasını çıkarmada kullanılan eklemli bir tür cetvel olan pantograf. Christoph Scheiner (1575-1650)

2-1700 den itibaren ölçüm kesinliğinin yükseltilmesine güçlü bir gereksinim duyulmuştur. Bu bağlamda çapraz bölmelemenin (taksimatlama) uygulamaya konması, ileriki zamanlarda Cristopher Clavius (1538-1612) tarafından 'Clavius Ölçeği' olarak ve nihayet Pierre Vernier (1580-1637) tarafından 'Vernier Ölçeği' olarak ad alan "Nonitus" Gregoryen Takviminin savunucusu Cristopher Clavius (1538-1612) tarafından 'yüce matematik dehası' olarak tanımlanan Portekizli bilim adamı Pedro Nunez (1502-1587) tarafından tasarlandı. Bu bilim insanları, henüz Kopernik'in Güneş Merkezli kozmos sistemini kabul etmedikleri halde, özellikle denizcilikte önemli kolyalıklar sağlayan navigasyon, harita sistemleri ve ölçüm aletleri geliştirdiler.

2- Aletlerin, örnek olarak astrolab ve teodolit, çok yönlü kullanım kazanması.

3- Hesap işinin çizelgeler (logaritma cetveli, kiriş çizelgesi) ve mekanik hesap gereçleri (Napier çubukları, hesap makineleri, orantı pergeli) hazırlanarak mekanikleştirilmesi.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Astronominin geçmişine baktığımızda Nicolas Copernicus'u görürüz. Nicolas Copernicus (1473-1543) heliocentric modeli öne sürdü. Bu modele göre Dünya Güneşin etrafında dönüyor ve başka yıldızlarda diğer gezegenlerin etrafında dönüyor idi. Bu heliocentric model antik yunan bilginlerinden Ptolemy'in modeline ters düşüyordu. Milattan önce 270'li yıllarda yunan bilginlerinden Samoslu Aristarchus Dünya Güneş'in etrafında dönüyor dedi. Fakat Copernicus'un önerisi bilimsel açıdan daha çok kabul gördü. Copernicus'un kitabı "gökyüzü cisimlerinin hareketi" (bu şekilde Türkçeye çevrilebilir) adıyla yayımlandı. Copernicus ölmeden önce bu kitabı yayımlandı. Bu kitap modern astronominin başlangıç noktası oldu ve bilimsel devrimi başlattı. Güneşin evrenin merkezinde olduğunu fark ederek yapılan hesaplar daha kolay ve daha kesin sonuçlar verdi. Copernicus'un yeni perspektifi Alman astronomi bilim adamı Johannes Kepler (1571-1630) tarafından da kullanılmıştır. Günümüzde de Kepler Kanunları halen geçerlidir.

Kepler'in kanunlarındaki temel kabul gezegenlerin yörüngelerinin tam yuvarlak olmasından ziyade eliptik olmasıdır.

İtalyan matematikçi astronomi bilgini ve aynı zamanda fizikçi olan Galileo Galilei (1564-1642) bilimsel devrimin öncüsü olmuştur. Galileo diğer bir ünlü fizikçi olan Copernicus'un çalışmalarını benimsemiştir. Diğer bir yandan astronomi alanındaki keşiflerini ve gözlemlerini teleskop kullanarak yapması Galileo'yu ileriye götüren çalışmaları arasındadır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

-GALILEO GALILEI, 1623 yılında Il Saggiatore adlı eserinde, "Doğanın kitabının matematik dilinde olduğu" şeklindeki, çok tekrarlanan özdeyişi yinelemiştir. Kepler de benzeri şekilde "Matematiğin, evreni anlamanın anahtarı olduğunu" söylemiştir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

GALİEO GALİLEİ, o dönem parçacık ve mekanik felsefecilerinin; doğa felsefesinin geleneksel yollarla oluşturmuş olduğu değerlerinden radikal (kökten) bir kopuşu temsil ettiği üzerinde ısrarla duran makalelerden biri; İki Yeni Bilim Üzerine Söylemler ve Açıklamar (Discourses and Mathematical Demonstrations Relating to Two New Sciences)'ı yazdı. Aynı konuya açıklık getirmeye çalışan KEPLER'in Yeni Astronomi'si (New Astronomy) ilgi çekti. Kimya ve deneysel felsefede BOYLE Yeni Deneyler (New experiments physico-mechanicall) adlı uzun eserini yayınladı. PASCAL Boşluğa İlişkin Yeni Deneyler (Expériences nouvelles touchant le vide)'de OTTO von GUERİCKE ise Boş Uzay Üzerine Yeni Magderburg Deneyleri'nde (Experimenta nova (ut vocantur) magdeburgica de vacuo spatio) vakumu irdelediler.

Kaynak: Steve Shapin, The Scientific Revolution

-ROBERT HOOKE (1635-1703) bir bilim adamı ve mimar olarak aktif olan ve bir mikroskop kullanarak bir mikroorganizmayı ilk görselleştiren bir  İngiliz bilge idi. Hooke ayrıca Gresham Koleji'nde Geometri Profesörüydü . 1673'te Hooke en eski Gregoryen teleskopunu yaptı ve ardından Mars  ve Jüpiter  gezegenlerinin dönüşlerini gözlemledi.  Hooke'un 1665 tarihli kitabı Micrographia, mikroskobik araştırmaları teşvik etti. Optikte, özellikle ışığın kırılmasını  araştırarak, ışığın dalga teorisini çıkardı . 

Rönesans, fiziksel dünyanın resmedilmesi ve perspektifin sistematik olarak uygulanıp resimde üç boyut algısının oluşması yönünde teknikler geliştirmiştir.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat

Rönesans dönemi sanatçılarının çalışmaları, özellikle 'altın oran', perspektif, doğadaki geometri ve müzik gibi konular, matematiksel sanatın (math-art) kapsamına girer.

Rönesansın karakteristik özelliği olan perspektif konusuna; Albrecht Dürer (1471-1528), Leonardo da Vinci (1452-1519), Wenzzel Jamnitzer (1508-1585), Paulus Pfinzing (1554-1599), Johannes (Hans) Lencker (1523-1585), Robert Fludd (1574-1637), Jan (Hans) Vredeman de Vries (1526-1609), Robert Nanteuil (1623-1678), Abraham Bosse (1602-1676), Henricus Hondius (1597-1651) (Institutio artis perspetivae) katkıda bulunmuşlardır. Romalılar da resimlerine böyle perspektifsel etkiler katmışlarsa da perspketifin tam olarak matematiksel olarak inşası Rönesans dönemindedir.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

İşaret edilmediği taktirde, görsel biçimsel bozulması, normal bir izleyici gözü tarafından anlaşılamayan merkezi (doğrusal) perspektifin insanlık tarihinde yalnızca bir zaman ve yerde keşfedilmiş/icad edilmiş olması dikkat çekicidir ve çok özel kültürel ihtiyaçlardan, uzun süreli keşiflerin sonucu olarak doğmuştur. Sonuçta bu görsel biçimsel bozulmanın yarattığı geometrik düzenliliği ve uzamsal durgunluk yanılsamasını algısal olarak geçersiz kılmak neredeyse imkansızdır.

Resimleri daha mimari hale getiren, resimsel mesafeye doğru uzaklaşan formların küçülmesine temel oluşturmak için yol, meydan veya kesişen çizgilerden bir ızgaradan istifade eden doğrusal perspektifin; insan ürünlerinin en hayati ve ilham verici olanı binaların içi ve dış kısımlarını ikna edici bir şekilde resmetme arzusundan doğduğu da söylenebilir. İtalyan Rönesansına özgüdür ve 14. ve 15. yüzyıllara yayılmıştır. 1415 'te mimar Filippo Brunelleschi (1377-1446) tarafından tasarlandığına ve mimar/yazar Leon Battista Alberti (1404-1472) tarafından yazılı olarak kodlandığına inanılır.

Tek noktalı perspektif sisteminin en önemli örenklerinden biri Raphael'in 'Atina Okulu'dur. Resimdeki perspektif merkezinin Yaşlı Platon'un uzanmış sağ elinin altına denk gelmesi kompozisyonlardaki olağanüstü başarı olarak kabul edilir.

Nesneleri izleyiciye eğik bir açıyla ayarlamak için gerekli olan iki noktalı perspektifin detaylandırılması ve geliştirilmesi bir yüzyıl daha sürdü. On yedinci yüzyılın ortasına kadar kullanılmaktan kaçınılmıştır.

Perspektif Kuzey Avrupa resminde ilk defa, konu ile ilgili yazdığı dokuz kitaptan ilkini aynı anda Flemenkçe, Latince, Fransızca ve Almanca yayımlayan mimar ressam Vredeman De Vries tarafından kullanılınca kabul gördü.

Kaynak: Perspektif Tarihi

Rönesansla başlayıp 17.yy sonuna kadar süren dönemde deneysel bilimler biçimlenmiş, maddenin yapısı ve davranışına ilişkin çeşitli özelliklerin sayısal değerleri ölçülüp belirlenerek nitel bilimden nicel bilime geçilmiştir.

Bu dönemde Leonardo da Vinci (1452-1519) Albrecht Dürer (1471-1528) Niccolo Tartaglia (1499-1557) gibi sanatçı mühendisler matematiği mekaniğe uygulayarak mekanik, perspektif, hidrostatik, hidromekanik ve balistik dallarında çeşitli teknik çalışmalara damga vurmuşlardır. 17. yy'ın hemen başında William Gilbert (1544-1603) manyetizma bilimini kurarken 'matematiksel fiziğin babası' sayılan eşsiz Galileo Galilei (1546-1642) çağdaş fiziğin temellerini atarak gökdürbünü (teleskop) ve termometre yapımı, hareket fiziği, serbest düşme, eğik atış, 'impetus fiziği' ve eylemsizlik kavramına yönelik son derece önemli çalışmalar yapmıştır.

Kaynak: "Fiziğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2021

 

Önemli fiziksel ve matematiksel gelişmeler Çin de ve Hindistan biliminde görüldü. Hindistan felsefesine göre, Kanada ilk kez atomculuk ilkesini MÖ 200'lü yıllarda ortaya attı. Bazı kaynaklar bunun milattan önce 6. yüzyılda ortaya atıldığını söyler. Atom teorisini Budist bilim adamı Dharmakirti ve Dignaga birinci milenyumda geliştirmişlerdir. Gautama Buda'nın çağdaşı olan Pakudha Kaccayanna 6. yüzyılda maddelerin yapıtaşı olan atom teorisini ortaya atmışlardır. Bu filozoflar eter dışındaki diğer elementlerin fiziksel olarak hissedilebileceğine ve çok küçük parçalardan oluştuğunu ifade etmişlerdir. Elementleri oluşturan en küçük parçaya permenu denir ve bu parça bölünemez. Bu filozoflar atomun bölünmeyeceğini ve sonsuza kadar bu şekilde kalacağını ifade etmişlerdir. Budistler bu atomların çok küçük parçalar olduğunu ve çıplak gözle görülemeyeceğini ifade etmişlerdir. Hindistan teorisindeki atom tamamen soyuttur ve ağ gibi felsefe bilgisi olarak bulunur. Bu atom bilgisi bizim mantığımıza dayanır. Hindistan astronomisinde, Aryabhatiya tıpkı Nilakantha Somayaji (1444-1544) ve Kerela astronomi okulundakiler gibi yarı heliocentric modeli benimsemişlerdir. Bu model Tychonic sistemine çok benzer. Antik Çin deki manyetizma çalışmaları Milattan önce +. Yüzyıla dayanır. Bu araştırma sonucunda Shen Kuo (1031-1095)öne çıkmıştır. Shen Kuo matematik alanında çok iyiydi ve kendisi aynı zamanda manyetik iğneyi kullanarak kuzeyi gösteren aleti yapmıştır. Optik alanında da çalışmaları olan Shen Kuo mercek sistemleri üzerine çalışmıştır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

 

Öte yandan, Avrupa savaş, veba gibi zorluklarla uğraşırken, bir yerde doğruluğu ispatlanan bir bilginin, başka yerde ve zamanda tekrar deneyim ve ispata ihtiyaç duymadan kabul edilebilmesi için bilimselleşmesi çözümü ortaya kondu. Empirizm de denilen akımın doğması, doğanın olduğu gibi ve yerde ölçümünden, deneyimlenmesinden ziyade, yaratılan yapay koşullarda incelenmesi ve deney sonuçlarının başka yerde ve zamanlarda doğru olduğu kabul edilebilecek şekilde ortaya konmasıydı.

-JOHANNES KEPLER (1571-1630) astronomi ve astroloji arasında net bir ayrımın olmadığı fakat astronomi (beşeri bilimler içinde fiziğin bir dalı) ve fiziğin (doğa felsefesinin bir dalı) belirgin bir şekilde ayrıldığı dönemde yaşadı.Böyle bir dönemde Kepler, Tanrı'nın dünyayı ve gezegenleri mantığın ışığıyla anlaşılabilecek bir üstün planla yarattığı inancından dolayı eserlerine dinsel argümanlar ve mantıklar da eklemiştir. Kepler kendi hazırladığı yeni astronomiyi göksel fizik olarak tanıtmıştır. Kepler'e göre Göksel Fizik, Aristo'nun Metafizik eserinde bir gezinti ve Arsito'nun Gökler Üzerine eserine bir aktir. Böylece Kepler antik Fiziksel Kozmoloji geleneğini değiştirerek astronomi bilimini evrensel matematiksel fizik olarak ele almıştır.

Kaynak: Wikipedia/Johannes Kepler

-ROBERT BOYLE (1627-1691), İrlandalı doğa filozofu; kimyager, fizikçi ve kâşif. Modern anlamda ilk "element" tanımını yapmıştır. Gazın basıncıyla hacmi arasında bir bağlantı olduğunu açıklamıştır. Bu bağıntı "Boyle – Mariotte Yasası" olarak bilinir. En çok matematik ve fen alanında yaptığı çalışmalarla hatırlanmaktadır. Araştırmalarının ve de kişisel düşüncelerinin açık bir şekilde simyacılıkla bağlantısı olsa da, genellikle, ilk modern kimyager olarak görülür. Çalışmalarının arasından en ünlüsü, 'The Sceptical Chymist' (Kuşkucu Kimyager), kimya alanında bir dönüm noktası olarak görülür.

Kaynak: Wikipedia/Robert Boyle

Boyle, teoriden etkilenmiş gözlemin daima bir bozulma ya da güvenilirlikten uzaklaşma tehlikesi taşıdığını belirtmiş, nedensellik teorisinin belirli bir parçasının savunucusu olmadığını söyleyerek Descartes gibi filozoflardan ayrılmıştır. Bu gibi filozofların eselerini okunmaktan kaçındığını söylemiş. Sadece doğanın kitabını okuduğu iddiasıyla; deneylerinde havanın etkisine dair bazı olgusal kesinlikler ortaya çıkarmayı başarabildiyse de, bu şekilde deneysel hatayı deneysel başarıdan ayırt etmek mümkün olamayacağı halde, gözlemlemenin mümkün olmadığı hava parçacıkları hakkında kesin bilgi veremediği için nedensel-teorik bilgi karşısında olgusal bilgide bulunduğunu öne sürmüştür. Bütün bir doğa felsefesi sistemine dayalı olarak olgusal kanıtlarla uğraşmayı geleneksel felsefi uygulamanın başarısızlığının bir nedeni olarak tanımlamış ve belki de bir bilim adamı olarak, dünya tarihinde ilk defa felsefenin diğer bilimlerden farklılaşmasının işaretlerini de vermiştir. Onyedinci yüzyıl İngiliz pratiğinin -evrensel olmasa da- genel eğilimi, ihtilaf ve çekişmeleri teşvik ettiği genel olarak kabul edilen, doğa felsefesinin içindeki katı teolojik, ahlaki ve politik yaklaşımların meşruiyetini reddetmekti. Doğa ve madde hakkında, deneylere dayalı kesinlik iddiası ile konuşmak, mekanik açıklamalarda bulunmak, insan deneyimindeki -kültürel alanlar da dahil olmak üzere- tüm olguların açıklanması için bütünüyle yeterli değildi. Hatta, Boyle tarafından; ahlak ve poitikanın mekanik yasalara göre işleyen maddesel doğanın açıklanma sürecine katılmasının tüm insanlığın sahip olduğu bilginin gelişmesine engel olduğu yazılmıştır.

Kaynak: Steve Shapin, The Scientific Revolution

-ROBERT HOOKE (1635-1703) bir bilim adamı ve mimar olarak aktif olan ve bir mikroskop kullanarak bir mikroorganizmayı ilk görselleştiren bir  İngiliz bilge idi. Hooke ayrıca Gresham Koleji'nde Geometri Profesörüydü . Fizik bilimci Robert Boyle'un asistanı olarak Hooke, Boyle'un gaz yasası deneylerinde kullanılan vakum pompalarını yaptı ve kendisi deneyler yaptı. 1673'te Hooke en eski Gregoryen teleskopunu yaptı ve ardından Mars  ve Jüpiter  gezegenlerinin dönüşlerini gözlemledi.  Hooke'un 1665 tarihli kitabı Micrographia, mikroskobik araştırmaları teşvik etti. Optikte, özellikle ışığın kırılmasını  araştırarak, ışığın dalga teorisini çıkardı . Ve onunki, ısıyla genişleyen madde, havanın daha büyük mesafelerde küçük parçacıklar tarafından bileşimi ve enerji olarak ısı hakkında kaydedilen ilk hipotezdir.

Rönesans ile birlikte ampirik doğa tarihi ve fizyoloji üzerine büyük bir ilgi gösterilmiştir. Anreas Vesalius 1543 yılında, insan anatomisi hakkında olan ve cesetlerin disseksiyonuna dayanan De Humani Corporus Fabrica adlı eseriyle batı tıbbında modern devri başlattı.Vesalius ve sonrasında gelen bir dizi anatomist, otoriter bilgi ve soyutlamanın ötesinde ilk elden deneysel çalışmalara dayanarak, fizyloji ve tıp alanında skolastik görüşün yerine deneyciliği koydu. Herboloji yoluyla tıp, aynı zamanda bitkiler üzerine edinilen bilgilerle, yeni bir deneysel kaynak oluşturdu. Otto Burnfels, Hieronymus Block ve Leonhart Fuchs bitkiler üzerine oldukça fazla eser vererek bitki yaşamının tamamı üzerine doğal yaklaşımı başlattılar. Hayvanlar hakkında hem doğal, hem de figüratif bilgilerin toplandığı eserler de giderek daha sofistike hale gelmeye başladı. Hayvanlar hakkında önemli eserler verenler arasında William Turner, Pierre Belon, Guillaume Rondelet, Conrad Gessner ve Ulisse Aldrovandi sayılabilir.

Doğa bilginleri ile çalışan Albrecht Dürer ve Leonardo da Vinci gibi sanatçılar da hayvan ve insan bedenleriyle ilgilendiler ve detaylı fizyoloji çalışmalarıyla, gittikçe büyüyen anatomi bilgisine katkıda bulundular. Simya ve doğal büyü gelenkleri, özellikle Paracelsus'un çalışmaları, yaşayan dünya hakkında varolan bilgilere katkı sağladı. Simyacılar, organik maddeyi kimyasal analize tabi tuttular ve hem biyolojik hem de mineral farmakoloji ile ilgili deneyler yaptılar. Bu gelişmeler 17. yüzyıla kadar devam eden mekanik felsefenin ortaya çıkışıyla geleneksel organizma olarak doğa metaforunun makina olarak doğa metaforuyla değişmesinin bir parçasıydı.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

-NİCOLAUS CUSANUS (1401-1464) Bitkilerin suyu özümseyerek büyüdüğünü savunuyor.

-LEONARDO Da VİNCİ (1452-1595) anatomi çalışmaları yapıyor.Leonardo'nun insan vücuduna ilgisinin temelini, figür eskizleri için incelemeler oluşturur. İnsanı olabildiğince canlı ve tüm hareketleri gerçeğe en yakın şekilde çizmek için dış gözlemleri yeterli görmemiş, vücudun içini de görmek, kemiklerin, kasların ve eklemlerin birbirleriyle ilişkilerini kavramak istemiştir. Anatomi araştırmaları, giderek daha çok zaman ayırdığı başlı başına bir ilgi alanı haline gelmiştir. İnsan organizmasına, çalışma prensiplerini merak ettiği mükemmel bir makine olarak yaklaşmıştır. O dönemin tıp bilimine temel oluşturan antik çağ hekimi Galen’in metinleri, merakını ancak kısmen giderebilmiştir.

-PARACELSUS (1493-1541) Almanca konuşan İsviçreli doktor ve kimyager. 16. yüzyılın önemli bilim insanlarından ve modern tıbbın kurucularından biri olduğu kabul edilir.Paracelsus, günün tedavi şekline, otoritelerin tıbbi kuramlarına karşı çıkmış ve bunun sonucunda, biraz da çılgın tavırlarıyla, bir tür sembole dönüşmüştür. Çılgınlıkları o zamanki geleneksel tıbbın eskidiği ve artık yenilenmesi gerektiği şeklindeki tepkisinin bir göstergesidir. Akademik olan her şeye meydan okumuştur. Zamanında uygulanan tıp uygulamasına hayatı boyunca karşı çıkmış ve mücadele vermiştir.Paracelsus, tıp eğitiminde geleneksel olarak kullanılan Latince yerine derslerini Almanca vermiştir.Paracelsus'a göre, bir cerrah bütün bitkileri tanımak, bilmek zorundadır; onları nasıl kullanacağını, onların çok hızlı mı yoksa yavaş mı etki ettiğini bilmek zorundadır. Ayrıca, onların etkilerinin bilinmesi gerekir, etkilerinin kaslar mı, kemikler mi yoksa damarlar üzerinde mi olduğunun cerrah tarafından bilinmesi lazımdır.Aynı şekilde, Paracelsus, yeni cerrahi ile ilgili olarak şöyle demektedir: Cerrahi, insanın kemiklerini ve diğer yapısını bilmek zorundadır; aksi takdirde nasıl teşhis koyabilirsiniz? Sadece dış yapıyı bilmeniz yetmez, aynı zamanda iç yapıyı da bilmek zorundasınız, bütün ven ve arterleri, sinirleri, kasları ve iç organları bilmelisiniz.

Paracelsus, kimyada kabul edilmiş yasa ve ilkelerin, aslında canlılar için de geçerli olduğunu savundu. Bir canlı, belli bir kimyasal yapıya sahipse, buna bağlı olarak o yapıda oluşacak bozukluklar, doğal ki kimyasal kökenli olacak ve kimyasal ilkelerin açıklama modelleriyle anlaşılabileceklerdir; bu durumda yapının düzeltilebilmesi de, ancak kimyasal maddelerle olanaklı olacaktır: Bu anlayışa iatrokimya denmiştir. Galenci anlayışa karşı gelişen Iatrokimya Paracelsus'tan sonra sistematikleştirilir ve kabul görmeye başlar. Doğadaki birtakım elenmentlere bilimsel olmayan özellikler atfetmeye kadar gitsede, Iatrokimyacılar mide asidi gibi birtakım kimyasal tanıların öncüsü olmuşlar. Daha sonra modern tıpta terkedilen bu yöntem simyadan kimyaya geçiş olarak da düşünülebilir. Güney asya da yaygın bir yöntem olarak günümüze kadar devam etmiştir.

-HİERONYMUS BOCK(1489-1554) bitkileri birbirleriyle olan yakınlıkları ve benzerlikleri göz önüne alarak düzenleyen ortaçağ botaniğinden modern bilime geçiş döneminde yaşamış olan Alman, botanikçi, fizikçi ve ayrıca Protestan rahiptir. Kreuterbuch ya da "herbal" kitabı 1539 yılında düzenlenmeden ve tasvir edilmeden ortaya çıkmıştır ve temel hedefi Alman bitkilerini, özelliklerini ve tıbbi kullanımlarını anlatmak olmuştur.

-CONRAD GESNER(1516-1565) yaptığı bitki sınıflandırmasında cinsi (genus) türden (species), takımı (order) sınıftan (class) ayırmıştır. Gesner’in kendisi de Opera Botanica (Botanik eserleri) adlı eserini hazırladı. Kitapta Gesner tarafından çizilen 1500 kadar levha yer almaktaydı. Bu eser, Gesner’in bitki yapısının bitkiler alemini sınıflandırmadaki önemini tam anlamıyla kavramış olduğunu göstermektedir.Zooloji alanında da çalışmaları bulunan Gesner’in beş ciltlik Historiae Animalium (Hayvanların Tarihi) isimli eseri bugün onun en bilinen eserlerinden biridir.1551 yılında basılmaya başlanan eser ancak 1587 yılında tamamlanabilmiştir. Yayınlandığı dönem ve sonrasında da çok büyük ses getiren ve ilgi gören bu eser 4500 sayfayı aşan çok önemli bir çalışmaydı. Hatta eser yayınlanmasından iki yüz yıl sonra bile dünyaca ünlü zoolog Georges Cuvier’in ilgisini çekmişti. Bu ansiklopedik eserde, Gesner hayvanlar için yeni bir sınıflandırma verdi; botaniktede bunu yapmış ve bitkileri ‘çiçek açanlar’ – ‘çiçek açmayanlar’ olarak veya özsuyunun sağlanış şekline göre ayırmıştı.Gesner’in hayvanları yeniden sınıflandırması başarılı olmadı ama kitabın kapsamı ve hacmi, hayvan türlerini sınıflandırma konusunun yeniden düşünülmesi gerektiğini vurguladı.[4] Ayrıca Gesner’in ilgisini paleontoloji çalışmalarıda çekmişti. Gesner, taslak fosil çalışmaları bulunan ilk doğabilimci olarak kabul edilir.

-ANDREAS LİBAVUS (1550-1616) Jena Üniversitesi'nde tarih ve şiir öğreterek profesör olarak zaman geçiren bir rönesans adamıydı. Daha sonra Rothenburg'daki Gymnasium'da doktor oldu ve daha sonra Coburg'daki Gymnasium'u kurdu. Libavius ​​en çok simya pratiği yapması ve şimdiye kadar yazılmış ilk kimya ders kitaplarından biri olan Alchemia adlı bir kitap yazmasıyla biliniyordu.

-ANDREAS VERSALİUS (1514-1564) Antik Çağ'dan beri süregelen insan bedeni hakkındaki yanlış düşünceleri düzelten anatomist ve doktordur. Önce Leuven'de sonra Paris Üniversitesi'nde eğitim gördü ve daha sonra İtalya'da Padova Üniversitesi'nde anatomi kürsüsünde ders vermeye başladı. Bu sırada Galen'in eserlerini incelemeye başlayan Vesalius; onun insanın anatomik yapısı hakkında verdiği bilgilerin hatalar içerdiğini ve bu hataların kaynağının, bu konudaki çalışmaların hayvanlar üzerinde yapılmasına ve elde edilen verilerin insanlara mâl edilmesinden kaynaklandığını ileri sürdü. Ona göre insan anatomisi ile ilgili bilgi en iyi biçimde, sadece sağlıklı bir insan vücudunun incelenmesi ile elde edilebilirdi. Vesalius, Padua’da çalışmaya başlar başlamaz bir yenilik getirdi. Bütün kadavra çalışmalarını bizzat kendisi yaptı ve öğrencilerin işini kolaylaştırmak için dört büyük anatomi çizimi kullandı. Bunlardan biri çalındı ve yayınlandı. Vesalius çalışmalarının başkaları tarafından çalınıp yayınlanmasını önlemek için diğerlerini kendisi yayınladı ve bunlara Hollandalı sanatçı ve Titian’ın öğrencisi Jan Stephen’in yaptığı insan iskeletine ait üç çizim ekledi. Ancak bekleneceği gibi bu çizimler ve eserler hala Galen etkisindeydi. Vesalius Padua’daki mevkînden mümkün olduğu kadar çok kadavra çalışması yapmak için yararlandı ve hem insan hem hayvan kadavralarını kullandı. Burada beş yıl boyunca yaptığı kadavra çalışmalarında elde ettiği sonuçlar Galen’inki ile farklıydı. 1539’da Padua Ceza Mahkemesi hakimi Marcantonio Contarini’nin yardımı sayesinde idam edilen suçluların cesetlerini temin etti. Contarin, infazları Vesalius’un çalışmalarına uygun olarak bazen geciktirmekteydi. Dolayısıyla Vesalius çok sayıda kadavra üzerinde çalışma imkânı buldu. Böylece tekrar tekrar karşılaştırmalı diseksiyonlar yaptı. Ve Galen’in bilgisinin güvenilir olmadığını kanıtladı. 1539’da Galen’e açıkça meydan okuyacak kadar kesin bulgular elde etti. Ve Galen’in çalışmalarının sonuçlarının bir maymuna ait olduğunu ispat etti. Galen’in 200’den fazla hatasını düzeltti. Vesalius, anatomi konusundaki çalışmalarını 1543'te 'De Humani Corporis Fabrica' ismini verdiği resimli kitabında toplamıştır. Batı tıbbının tartışmasız en önemli eseridir.

-GİROLAMO FRACASTRO (1478-1553) hastalık bulaşması oaylarını tartıştığı eseri 'De Contagione et Contagiosis Morbis et Curatione' de ilk kez salgın hastalıklara küçük mikroorganizmaların sebep olduğunu söylemiştir. Atomist görüşe bağlı olan Fracastro hastalıkların 'spor'larının canlı varlıktan ziyade kimyasallardan oluşabileceğni ileri sürmüştür.

-MATTEO REALDO COLOMBO (1516-1624) 'De re anatomica' adlı incelemesinde kanın kalbin sağ tarafından çıkıp akciğerler üzerinde hava ile harmanlanarak kalbin sol tarafına ulaştığını belirtmiştir.

 

M.S.1400 yılı, Rus bozkırlarından Avrupa'ya büyük göçmen fetihlerinin aşağı yukarı sonunu işaret ediyor. Galyalılar, Hunlar, Türkler, Moğollar ve bozkırlardan gelen diğer kabilelerin katkılarıyla, kısa ve uzun mesafeli ticaret kara yollarını, özellikle İpek Yolu boyunca temizlediler ve birbirlerine bağladılar. Kısa bir zaman dilimi, yenilenen medeniyetlerin ve estetik değişikliklerin başlangıcına işaret ediyordu.Kolomb'un Amreika ile beklenmedik karşılaşmasıyla başlayarak, ünlü Avrupalı okyanus gezisi keşiflerinin ve göçmen fetihlerinin de bu yüzyılda başlaması belki de tarihin büyük bir ironisidir.

Kuzey İtalya şehir devletleri ve üniversiteleri, İslam dünyasınınkilerle uyumlu olarak, dünyanın yuvarlak olduğunu ve dolayısıyla Batı'dan Hindistan'a deniz yoluyla gidişin neredeyse kesin olduğunu biliyorlardı. Geriye kalan tek şüphe uzaklığıydı. Geometri, 15. yüzyıldan kalma hiçbir Avrupa gemisinin bu yolculuğa çıkacak kadar dayanıklı olmadığını öne sürdü.

VENEDİK CUMHURİYETİ Kara Veba'nın (1350-1425) İtalya'daki kırsal ve kentsel nüfusun yüzde 35-65'ini yoketmesinden sonra Venedik, İpek Yolu'na giden limanı olarak Avrupa'nın en zengin şehir devleti oldu. 1423'e gelindiğinde, Venedik'in devlet bütçesi Fransa ve İngiltere'nin bütçesine eşitti. Bir talasokrasi olan şehir, oldukça özgün bir mimari inşa ediyor. Lagünün kum ve çamurunun derinliklerine gömülmüş meşe yığınlarının üzerine inşa edilmiş, Ca D'Oro gibi sahiplerinin, Venedik'in önde gelen kumaş ve baharat tüccarlarının statüsünü gösteren saraylar, adeta yerinde dokunmuş bir perde gibi farklı mimari unsurların bulunduğu cephelere sahipti.

İTALYAN RÖNESANSI 1453'te Osmanlı'nın Konstantinopolis'i ele geçirmesiyle, Konstantinopolis'ten kaçan çok sayıda bilim adamı ve zanaatkâr, Kuzey İtalya'nın evlerinde yeni iş ve dinleyici buldu. Onlarla birlikte, İslam dünyasında uzun süredir korunan klasik dünyanın eski bilgisi geldi. Bu klasik bilginin gerekliliği, özellikle İsviçre'de olmak üzere, Avrupa'nın eski kayıp kütüphanelerindeki arayışı daha fazla ateşledi. Bunlar o zamanlar, şimdi Rönesans dediğimiz insan olasılıklarının entelektüel genişlemesine ve yeniden tasarlanmasına yol açan koşullardı. Örneğin, bu sürecin en etkili keşiflerinden biri, görünüşü Giotto di Boudone (1267-1337) gibi ressamlar tarafından yaklaşık olarak tahmin edilen, ancak matematiksel olarak ilk kez 1435'te Leon Battista Alberti tarafından, "De Re Aedificatoria" adlı eserinde (1452) tanımlanan perspektifdi. Perspektif ile insan gözünü hem edebi hem de kavramsal olarak epistemik evrenimizin merkezine yerleştirme süreci başladı. Nihayetinde, bunun 18. yüzyılın Avrupa Aydınlanmasına yol açtığı iddia edilebilir. Aliberti'nin kitabı, yalnızca mimarlar için değil, aynı zamanda yapılar aracılığıyla temsillerin mantığını anlamaya istekli kullanıcılar içindi. Vitruvius'un Mimari Üzerine On Kitabından esinlenmiştir. Sebastiano Serlio (1475-1554), beş kitabın tamamlandığı, Alibertie'nin çizim içermeyen tezinden daha görsel olan bir risale yazdı. Serlio'nun kitabında, çeşitli inşa edilmiş ve inşa edilmemiş projeleri gösteren onlarca çizim vardı. Antik çağın ihtişamını taklit etmeye hevesli birçok patron ve mimar arasında son derece popüler oldu.

OSMANLI İMPARATORLUĞU İpek Yolu boyunca kervansaraylar işna eden Türk kültürünün misafirperverliği muhtemelen Osmanlı Mimarisinde devam ediyor; II. Beyazıt'ın tıp kompleksine eklediği imaretler (pansiyonlar) cami, hamam ve medrese kadar önemliydi. Komplekste üç doktor, iki göz uzmanı, iki cerrah ve diş hekimi olmak üzere 167 kişi çalışıyordu. Konstantinopolis'teki Topkapı Sarayı, bir padişah tanımına bağlı bir mantığa göre planlandığı için, binalar gelişi güzel bir topluluk olarak görülebilecek olsa da, bu doğru sayılmaz; Mutemelen Konstantinopolis'i ele geçirip yerleşen ve önceki dönemlerin kültürlerinden etkilenerek Avrupa ile kıyasıya bir yayılmacı rekabete girişen Sultan, Türklerin tarihinde ilk kez her türlü karşılıklılık ilişkisinin ötesinde bir varlık olarak görülmeye başlandı. Törenler, efendi ile özne arasındaki aşılmaz uçurumu, dolayısıyla bu saraydaki padişahın mahremiyetini ısrarla vurguladı. Timurlu ve Moğol modellerini detaylandıran Moğolların sarayları, hükümdarın görevlileri ağırlayabileceği Avrupa'da olduğu gibi daha erişilebilir özel bölgelere sahipti. Ancak Topkapı Sarayı, korku ve huşu kadar kutsallık ve saygı duygusu aşılamak için sınırları net bir şekilde belirlenmiş olarak tasarlandı.

İpek Yolu'nun doğu ucu olarak Çinliler de kendi canlanmalarını üstleniyorlardı. Han Çinli Ming, Cengiz Han'ın kurduğu Moğol Yuan Hanedanlığı'nın üç asırlık "yabancı" yönetiminden sonra iktidara geldi. Ming 1368'de Moğolları imparatorluk şehirlerinde "çadırlarda" yaşadıkları için eleştirdi ve kendi eski yapı tekniklerini yeniden canlandırmaya çalıştı.

AMERİKA Avrupalılar, Amerika nüfusunun% 90'ını öldüren mikrobik hastalıklarıyla gelmeden önce, tüm varlıklara saygı duyan, "barışçıl insanlar" anlamına gelen Hubiler, taş ve çamurdan birkaç katlı evler inşa etti. Duvarlar, çamur ve sıva ile bağlanmış çıplak taşlardan yapılmıştır. Düz çatılar oluşturmak için duvarların üst kısımlarına ahşap kirişler kuruldu, bunlar bir sıva tabakası, kuru toprak ve çimle kaplandı. Üst katlara dış merdivenlerle ulaşılırdı.

Meksikalılar, kendilerinden öncekiler gibi güneşin, yıldızların, doğanın döngülerinin, mevsimlerin geçişinin ve bitki ve hayvan yaşam döngüsünün adanmış gözlemcileriydi. Mimarileri ve ritüelleri, kozmik düzenin bütünlüğünü korumayı amaçlıyordu. Gözlem bilimi kesinlikle çok karmaşıktı ve bugün hala tam olarak anlaşılabilmiş değil. Tapınakların doğusu yedi derece güneye doğru hizanlandırılmıştır, böylece ekinokslarda güneş tam olarak Tlaloc ve Huitzilopochti tapınakları arasında yükselir. 1790'da ana meydanın altında 1,2 metre kalınlığında, 3,6 metre çapında ve 24 tonun üzerinde yekpare bir takvim taşı bulundu. Yüzünde güneş tanrısının bir temsili var.

Qosqo ve Macchu Picchu'daki İnkalar, devasa granit bloklardan yapılmış duvarlarla binalar inşa etti. Duvarlar hassas mühendislik çalışmalarıydı. Bazı granit blokları 200 ton ağırlığındaydı ve komşularına tam olarak uyacak şekilde yerinde şekillendirildi. Neden böyle bir hassasiyetin talep edildiği bilinmemektedir. Çoğu durumda, devasa taşlar sadece toprağın gövdesini korur. Her durumda su, büyük bir özenle kanalize edilir, ayrı ayrı taşlar törensel bir dizi su musluğu ve kanalı oluşturmak için şekillendirilir ve hizalanır. Ayrıca şehre bakan teleferiğin kenarına tünemiş tören binalarının bulunduğu büyük, dairesel bir toplantı meydanı da vardı. Karmaşık sulama kanalları ağına sahip, muhtemelen ekim amaçlı teraslar.

Kaynak: A Global History of Architecture

     
       
         
YENİÇAĞ FELSEFESİ ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK TARİHİ

YENİÇAĞ (AYDINLANMA ÇAĞI olarak da adlandırılır.) MS 16.yy dan günümüze: Burada nesnellik bir şart iken, sadece duyumsama yeterli değildir. Yeniçağda, bilginin doğuştan var olup olmadığı konusu üzerinde durulmuştur.

Deneycilik, empirizm veya ampirizm, bilginin duyumlar sayesinde ve deneyimle kazanılabileceğini öne süren görüştür. Deneyci görüşe göre insan zihninde doğuştan bir bilgi yoktur. İnsan zihni, bu nedenle boş bir levha (tabula rasa) gibidir.Deneycilik akılcılığın karşıtıdır. Akılcılığa karşıt olarak deneycilik, yalnızca duyum ve deneyimle temellenen bilgileri bilgi olarak kabul etmektedir. Bu tanıma göre, insan bilgisinin tek kaynağı deneyim ya da duyumdur. Bilginin kaynağında aklı gören rasyonalizm geleneğine karşıt olarak deneycilik her tür bilginin sonradan deneyimle, duyumlarla elde edildiğini ileri süren bir felsefi temele sahiptir.İlk Çağ felsefesinde deneycilik, izlenimcilik ve duyumculuk akımlarının öncüsü sayılabilecek yaklaşımlar ortaya konulmakla birlikte, asıl olarak deneyciliğin sistematik bir felsefe olarak ortaya konulması Yeni Çağ olarak adlandırılan dönem ile birlikte meydana gelmiştir. Bu evrede deneycilik ilk çağ felsefesindeki duyumculuktan belirli ölcülerde ayrılarak sistematik bir yönelime girer. İngiliz deneyciliği olarak bilinen ünlü empirizm akımı yalnızca empirizmin en önemli akımı olmakla kalmaz, felsefe tarihi içinde de belirleyici bir öneme sahiptir, özellikle bilgi sorunsalı açısından kendi açmazlarıyla birlikte derinlikli çalışmalar ortaya koymuşlardır. Locke, Berkeley ve Hume İngiliz deneyciliğinin tartışmasız isimleridir ve kendilerinden sonraki felsefenin yönünü etkilemişlerdir.

-DESCARTES (1596-1650) ile matematik ölçümleme ve kartezyen (Descartes kuşkuculuğu) şüphecilik, bilgiyi, duyumlar yolu ile elde edilen bulguların matematiksel ispatlarla kabulüne taşımıştır.

Descartes sıklıkla, yaklaşımı Batı feslefesinin gidişatını derinden değiştiren ve modernite için temel oluşturan düşünür olan Batı Feslefesinin babası olarak anılır.Meşhur metodik şüpheyi formüle eden İlk Felsefe Üzerine Meditasyonların (Meditations on First Philosophy) ilk ikisi, Descartes'ın yazılarının modern düşünceyi en çok etkileyen bölümünü temsil eder. Descartes'ın kendisinin bu devrimci hareketinin boyutunu anlamadığı ileri sürülmüştür. Descartes, tartışmayı; 'doğru olan nedir ?' (what is true?) den 'hangisinden emin olabilrim ?' (of what can I be certain ?) e kaydırırken, tartışmaya açık bir şekilde, gerçeğin yetkili garantörünü Tanrı'dan insalığa kaydırdı (her ne kadar Descartes kendisi vizyonlarını Tanrı'dan aldığını iddia etse de) geleneksel 'hakikat' kavramı dışsal bir otoriteyi ima ederken, 'kesinlik' ise bunun yerine bireyin yargısına dayanır

Antorposentrik bir devrimde, insan şimdi bir özne, bir fail, özgürleşmiş özerk akılla donatılmış bir düzeye yükseltilir. Bu, modernitenin temelini oluşutran, yankıları hala hissedilen devrimci bir adımdı: insanlığın Hıristiyan vahiy hakikatinden ve kilise doktirininden kurtuluşuydu; insanlık kendi yasasını yapıyor ve kendi tavrını koyuyor. Bu şekilde, her insan, Tanrı'ya itaat eden bir çocuktan farklı olarak, akıl yürüten bir yetişkin, bir özne ve aracı haline getirilir. Perspektifdeki bu değişiklik, diğer alanlarda beklenen ve şimdi felsefe alanında Descartes tarafından formüle edilen bir geçiş olan Hristiyan Ortaçağ döneminden modern döneme geçişin özelliğiydi. Martin Heidegger'e göre, Descartes'ın çalışmalarının perspektifi aynı zamanda sonraki tüm antropoloji için temel sağladı.

-SPİNOZA ; (1632-1677) Beden ve ruhun birbirlerine olan üstünlükleri yerine paralelliklerini savunan Spinoza ereksel bir nedenselliğe de karşı çıkmıştır. 

-John LOCKE (1632-1704) Avrupa'daki aydınlanma ve Akıl Çağı'nın gerçek kurucusu olarak kabul edilir. Ancak duyumsama sürecinde zihin yasalarına başvurulduğu için “öznel düşünce ilkeleri” kabul edilmektedir. Tabula Rasa; zihin doğuştan boş bir levha olarak kabul edilmiş. Bilişsel psikoloji ile bilginin kaynağının deneyim, duyumsama ve algı olduğuna varılmış.

-LEİBNİZ (1646-1716) Leibniz, Rene Descartes ve Baruch Spinoza ile beraber rasyonalizmin (akılcılık)17. yüzyıldaki en büyük savunucularından biri oldu.

 

ÇİN VE AVRUPA AYDINLANMASI

Cizvitler, eğitime ağırlık vererek, Çin ve Avrupa dünyaları arasında köprü kurmanın ön safındaydı. 1601'de İtalyan Cizvit Matteo Ricci (1552-1610) Pekin'e geldi ve bir Katolik misyonu kurdu. Önündeki iki yüzyıl boyunca Cizvitler ve diğer Katolik tarikatlarının üyeleri, yaklaşık 250.000 Çinli'yi Hristiyanlığa dönüştürürken Qing sarayıyla yakın bağlantılar kurdu. Eğitime olan güçlü ilgileri ve kendi yüksek eğitim seviyelerinden dolayı, birçok Cizvit Qing sarayının güvenilir üyeleri haline geldi ve Astronomi Kurulu'nun kontrolü gibi önemli görevler aldı. Bu Avrupalılar gördüklerini, Cizvit faaliyetlerinin Avrupa merkezi olan Paris'te, genellikle Fransızca veya Latince kitap olarak yayınladılar. Bunlar arasında Çinlilerin Filozofu Konfüçyüs (Philosopher of the Chinese-1687); Çin (Description of China-1735) hakkında 4 ciltlik açıklama; 34 ciltlik (1702-76) uzun seri Edifying and Curious Letters ; Çin'in Genel Tarihi, 13 ciltte (General History of China-1777–85); ve 16 ciltte (Memoirs on the History, Sciences, Arts, etc., of the Chinese 1776-1814) Çin Tarihi, Bilim, Sanat, vb. üzerine Anılar.

Çin siyasi sistemi, Avrupalıların kendi monarşik siyasi sistemlerinde ve kilise prosedürlerinde alternatifler geliştirmeye başladığı bir dönemde Voltaire (1694-1778), François Quesnay (1694-1774) ve Gottfried Leibniz (1646-1716) gibi birçok Avrupalı ​​düşünür tarafından incelenmiş ve alıntılanmıştır. Çin konusunda bir "uzman" olarak kabul edilen Alman filozof Leibniz, Çin ve Batı kültürünün en iyi unsurlarının birleştirilmesiyle gerçekten evrensel yeni bir medeniyete ulaşılabileceğini savundu. Bu argümanı Novissima Sinica (Çin'den Son Haberler) adlı 1697 tarihli küçük bir kitabında yayınladı. Avrupalı ​​filozofları özellikle ilgilendiren, yetki kavramı - imparatorun yalnızca ilahi yetki ile yönettiği ve işler ters gittiğinde, yetkinin kaldırıldığına dair bir işaret olduğu fikriydi. Derk Bodde'nin öne sürdüğü gibi, Avrupa Aydınlanma düşünürleri, özellikle Avrupa'daki gibi feodal bir aristokrasinin gelenekleri aracılığıyla değil, memurlarını, pozisyonlarını, ancak devlet tarafından uygulanan bir dizi sınavı geçerek, bilgilerini kanıtladıktan sonra kazanan, yüksek eğitimli bir grup bilim adamı olan mandarinler tarafından hükümet gücünün müzakere edildiği bir ülke olarak Çin'i özellikle takdir ettiler . Sadece küçük, ayrıcalıklı bir grup için değil, bir bütün olarak halkın yararına yönetecek "aydınlanmış bir despotizm" yaratmak onların amacı haline geldi. Bu kavramı, özellikle lideri François Quesnay'in gerçekten aydınlanmış bir despotizmin bir örneği olarak The Despotism of China (1767) adlı kitabını yazdığı Fizyokratlar olarak bilinen iktisatçıların çalışmalarında savundular. Quesnay, modern ekonominin ufuk açıcı düşünürü Adam Smith'in (1723–90) fikirlerini etkiledi.

Hükümdarı aynı zamanda bir filozof kral olan (Platon'un "filozof-kralı") Qing Çin'inden öğrenen aydınlanma düşünürlerinin en ünlüsü Voltaire idi, Çinlilerin kendi dini fikirlerini başkalarına dayatmadıkları fikrinden etkilendi. 1764'te "Çinlilerin erdemlerine kafayı takmaya gerek yok," diye yazmıştı, "onların imparatorluğunun gerçekte dünyanın gördüğü en iyi şey olduğunu kabul etmek." yeter. 1755'te Voltaire, eski bir Çin oyunundan uyarlanan The Chinese Orphan oyununu, Rousseau'nun (1712-78) tarihi, sanatı ve diğer kültürel yapıları kınayan "doğaya dönüş" teorilerini, insan doğasının doğal güzelliğini bozduklarını çürütmek için yazdı. Buna karşın Voltaire, Çin medeniyetinin işgalci Moğollara karşı kazandığı zaferin örneğini göstererek, üstün medeniyetlerin, barbarlığın üstesinden gelebileceğini savundu.

18. yüzyılda, Avrupalı ​​Aydınlanma düşünürleri Kilise ve mahkemenin emirlerinin yerini alacak daha eşitlikçi, liyakate dayalı modeller ararken, Çin jinshi sistemine döndüler. Rekabetçi sınavlarla seçilecek bir kamu hizmeti fikri, Çin bürokrasisi üzerine yapılan çalışmalardan ortaya çıkar ve herkese açıktır. İlk yazılı kamu hizmeti sınavları 1702'de Avrupa üniversitelerinde yapıldı. Fransızlar, Fransız Devrimi'nden sonra 1791'de kamu hizmetlerini kurdular. İngilizler, başlangıçta yalnızca 1806'da kamu hizmeti sınavlarını, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'ne işe alım için kurdular. Amerika Birleşik Devletleri 1885'ten sonra bazı idari pozisyonlar için sınavlara ihtiyaç duymaya başladı. Mimar, yapı mühendisi, avukat veya yeminli muhasebeci olarak kayıtlı olması gerekenler gibi çağdaş lisanslama sınavları da orijinal Çin sisteminin mirasıdır.

Kaynak; A Global History of Architecture (Yeni Baskı)

 

 

Aydınlanma döneminde matematik biliminde devrim yaratacak yeni bir ilke bulunamamış ve matematikçiler, pratiğe yönelik çalışmalar yapmışlardır. Örneğin mekanik ve astronominin ortaya koyduğu sonuçları çözmüşler, akışkanların hareketini, titreşim problemlerini, rüzgarla dolmuş bir dikdörtgen yelkenin biçimini incelemişler, Newton'ın çalışmalarından yararlanarak sonsuz küçükler hesabını geliştirmiş ve matematiği bir araç olarak yetkinleştirmişlerdir. Sonuçta matematiğin önü açılarak evrensel bir bilim konumuna getirilmiş, kalkülüsün bir aracı olan diferansiyel denklemler yardımıyla bilimsel fizik ve mühendislik bilimleri doğmuştur.

17. yüzyılda Napier (1550-1617), Briggs (1561-1630) ve diğerleri logaritmayı keşifleriyle bir hesap bilimi olarak matematiğin gücünü alabildiğine artırmışlardır. Galilei'nin öğrencisi Bonaventura Cavalieri (1598-1647) alan ve hacim hesapları için kendi sonsuz küçükler yöntemleri ile kalkülüse (diferansiyel ve integral hesabı ya da sonsuz küçükler hesabı) doğru yol almıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

François VIETE (1540 -1603) 16. yüzyılın başlarından itibaren yapmış olduğu çalışmalar cebirin temellerini oluşturmuştur. Aritmetik alanında, altmışlık kesirlerden çok ondalık kesirlerin kullanılmasını savunmuştu. Onun en önemli başarısı, denklemler kuramını geliştirmesiydi.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

Blaise PASCAL; (1623 –1662) Fransız bir mucit,matematikçi, fizikçi,yazar ve filozof idi. Rouen’de vergi tahsildarı olan babası tarafından eğitilen bir çocuk dahiydi. Pascal’ın ilk çalışmaları doğa bilimleri ve uygulamalı bilimler alanındaydı. Bu dönemde, akışkanlar ile ilgili çalışmalara büyük katkılarda bulunmuştur ve Evangelista Torricelli’nin çalışmalarını genelleştirerek basınç ve vakum kavramlarını açıklığa kavuşturmuştur. Aynı zamanda Pascal, bilimsel yöntemi savunmuştur.

-Gottfried Wilhelm LEİBNİZ (1646-1716) Isaac Newton’dan bağımsız olarak "Sonsuz küçük" teorisini geliştirdi. Leibniz’in bu formülü yayınlandığından bu yana hâlâ kullanılmaktadır. Geliştirdiği homojenitenin deneyüstü kanunu ve süreklilik yasası yirminci yüzyılda matematiksel karşılık buldu (standart dışı analiz aracılığıyla). Mekanik hesaplayıcılar alanında en üretken insanlardan biri oldu. Pascal’ın hesaplayıcısına otomatik çarpma ve bölme fonksiyonlarını eklemeye çalışırken, 1685’te çarklı hesaplayıcıyı ilk tanımlayan insan oldu ve aritmometre -ilk toplu üretilen mekanik hesaplayıcı- kullanarak Leibniz çarkını icat etti. Ayrıca ikili sayma sistemini rafineleştirdi, bu çalışması tüm dijital hesaplayıcıların soyut temelini oluşturdu.

-Johannes von Luneschlos (ölm.1699), 1646 yılında, matematiğin aritmetik, statikve geometriye ayrıldığını söylemişse de 17. ve 18. yüzyılın yürüyüşünde matematik disiplinlerinin sayısı yirmiyi aşmıştır.

17. ve 18. yüzyıl bilimler sınıflandırılmasında buna uygun olarak mimarlık ve yapı sanatı, matematiksel bilimler arasında yer almıştır. Tüm matematik fakülteleri, niceliklere, aşağıdaki geleneksel düzenleme şemasına uygun olacak şekilde belirli tarzda uğraşmışlardır.

Johannes Kepler'de (1571-1630) bu şemada görülen karakteristik sapma, Kepler'in müziği sürekli bir nicelik saymasıdır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

1637 yılında René DescartesLa Géométrie isimli kitabını yayınlamıştır ve analitik geometrinin ilk temelleri atılmıştır.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

Descartes'ın en kalıcı miraslarından biri, geometriyi tanımlamak için cebiri kullanan, kartezyen veya analitik geometriyi geliştirmesiydi. Descartes 'denklemlerde bilinmeyenleri x,y, ve z ile bilinenleri a,b, ve c' ile temsil etme geleneğini icad etti. Ayrıca, kuvvetleri veya üsleri göstermek için üst simge kullanan 'standart gösterime' öncülük etti; örneğin, x kareyi belirtmek için 2'yi x2 şekilnde kullandı. Cebiri bilgi sisteminde, özellikle soyut, bilinmeyen nicelikler hakkında akıl yürütmeyi otomatikleştirmek veya mekanikleştirmek için bir yöntem olarak kullanarak temel bir yere atayan ilk kişiydi. Avrupalı matematikçiler daha önce geometriyi cebirin temeli olarak hizmet eden daha temel bir matematik biçimi olarak görmüşlrerdi. Cebirsel kurallara Pacioli, Cardan, Tartaglia ve Ferrari gibi matematikçliler tarafından geometrik ispatlar verildi. Üçüncü dereceden daha yüksek denklemler gerçek dışı olarak kabul edildi, çünkü küp gibi üç boyutlu bir biçim gerçekliğin en büyük boyutu olarak yerini aldı. Descartes, a2 (a-kare) soyut miktarının bir alanı olduğu kadar bir uzunluğu da temsil edebileceğini iddia etti. Bu, iknci kuvvetin bir alanı temsil etmesi gerektiğinde ısrar eden François Viete gibi matematikçilerin öğretilerine aykırıydı. Descartes konuyu takip etmese de, daha genel bir cebir bilimi veya 'evrensel matematiği' tasavvur etmede, mantıksal ilke ve yöntemleri sembolik olarak kapsayabilen ve genel akıl yürütmeyi mekanikleştirebilen sembolik matık'ın öncüsü olarak, Gottfried Wilheim Leibniz'den önce geldi. Descartes'ın çalışması, Newton tarafından geliştirlen hesap ve sonsuz küçükler hesabını teğet doğru problemine uygulayan Leibniz için bir temel sağladı, böylece modern matematiğin bu dalının evrimine izin verdi. Onu işaretler kuralı da bir polinomun pozitif ve negatif köklerinin sayısını belirlemek için yaygın olarak kullanıldı.

Kaynak: Wikipedia/Renee Descrates

Bonaventura Cavalieri (1598-1647) Cavalieri, geometri çalışmaları sonucunda, daha önceden bilinen bir gerçeklik olsa da "eşit yüksekliği olan iki katı cismin, eğer zemin düzleminden aynı yükseklikteki düzlemsel ara kesitlerinin alanı da eşitse, bu cisimlerin hacimleri de birbirine eşittir" diye ifade edilen, kendi adıyla bilinen "Cavalieri prensibi" olarak da anılan kurama ulaştı. Doğrusu bu prensibin Çin Zu Gengzhi (480-525) tarafından da keşfedilmiş olduğu gerçeğidir. Burada Cavalieri bu kuralı daha önceden bulunmuş olduğunu bilerek veya bilmeyerek Çinli bilginden yıllar sonra bilim dünyasına yeni bir yayın olarak kazandırmıştır.

Kaynak: Wikipedia/Bonaventura Cavalieri

Avrupa'da, 17. yüzyıl başlarında matematik ile diğer bilimleri, teknik ve ticaret arasında gitgide artan verimli bir alışveriş kurulmuştur. Ulaslararası ticarette, seyrüseferde, kentlerin kurulmasında ve silah donanımında ortaya çıkan pratik sorunlar cebir, geometri ve hesap biliminde yeni temel gelişmelere yol açmıştır. Yüzyılın ilerleyişinde Thomas Harriot (1560-1621) ve William Oughtred (1574-1660) gibi matematikçiler, Arap matematikçilerin ortaçağda kullandıkları cebir tekniklerini yeniden keşfetmişler ve onları simgelerin yeni bir diliyle yendiden kaleme almışlar; Girard Desargues (1591-1665) ,Blaise Pascal (1623-1661) ve Rene Descartes (1596-1650) ise Geometri problemlerini kendi keşfettikleri yollarla yeniden araştırmışlar; John Napier (Neper) ( 1550-1617) hesaplama için 'logaritma' diye adlandırılan yeni bir aracı uygulamaya koymuş, ve Pierre de Fermat ( 1601-1665), 'türev'in bulunması bağlamında bir fonksiyonun maksimum ve minimum değerlerini bulma problemine sonsuz küçükler hesabı (differansiyel ve integral hesap ya da kalkülüs) yöntemini uygulamıştır. Gaspard Monge (1746-1783) tasarı geometriyi yaratmıştır. Böylece 17. yüzyılın sonlarında tüm bu gelişmeler, pratik bilime matematiğin en etkili katkılarından biri olarak 'kalkülüs' halinde bir araya getirilmiştir. 17. yüzyılda halkın kullanımına sunulu 'matematiksel' aletler olarak hesap makineleri, çizim aletleri, usturlablar, güneş saatleri, sektör ve sürgülü hesap cetveli bulnmaktaydı ve bunlar, dönemin zengin evlerindeki ilginç nesneler vitrinlerinde yerlerini almaktaydılar. Sonuç olarak Avrupalı matematikçiler Eski Yunanalıların yaklaşık on yüzyıl boyu ürettiğinden daha fazla matematiği 1550-1700 yılları arasında geliştirmişlerdi.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

 

Jost Burgi (1552-1632)

John Dee (1527-1608)

Perspektif Tarihi:

Oryantal Bakış Açısı: Hollandalı tüccarlar onyedinci yüzyılda Batı sanat eserlerinde ticarete başlayana kadar, Doğulu ressamlar doğrusal perspektifi keşfetmemişlerdi ve bu nedenle hiç kullanmamışlardı. 10x1metre boyutlarındaki Çin resimlerinde uygun olmayan tek bir bakış açılı perspektif yerine, izleyicinin dolaşıp doğanın enginliğiyle meşgul olma özgürlüğü yaratacak farklı bir 'düzlemsel perspektif' (açı koruyan izdüşüm) kullanıldı.

Kaynak: Perspektif Tarihi

Daha sonra bu da yerini tepki olarak duygu ve birey olmayı ön plana çıkaran, akademik sanat, Sembolizm, İzlenimcilik, Fauvizm gibi 19. yüzyıl sanatsal akımlarına bırakmıştır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat

 

Bilimsel gelişmeler 17. yüzyılın sonunda 18. yüzyılın başında büyük bir hız kazandı. Cambridge Üniversitesinde fizikçi olan Sir Isaac Newton (1642-1727) yaşamış olan en iyi bilim insanlarından biri olarak kabul edilir.

Royal Social Of England enstitüsünden öğretim görevlisi olan Newton mekanik ve astronomi alanında önemli çalışmalar yapmıştır. Bu çalışmalarda bilinen kabullerden farklı olarak evrenin çalışması hakkında kabul edilebilir bilgiler vermiştir. Newton üç tane hareket kanunu ve bir tane evrensel çekim kanunu olmak üzere dört tane kanun yazmıştır. Evrensel çekim kanunu sadece düşen bir cismin hareketini açıklamakla kalmaz aynı zamanda uzaydaki gök cisimlerini hareketlerini ve birbirlerine uyguladıkları kuvvetleri açıklar. Bu gibi teoremleri elde etmek için Newton, matematikte yeni bir dal olan Calculus'u bulmuştur (Newton'un Calculus'u tabii ki de Leibniz'in Calculus'undan farklıydı). Bu bilim dalı ileride birçok bilim dalının önünü açacak ve öğrenilmesi gereken bir ders olacaktı. Özellikle fizik biliminde Calculus hayati bir öneme sahiptir. Newton'un bulduğu kanunlar onu daha ileriye taşıyacak ve çeşitli eserler vermesini sağlayacaktı. "Philosophia Naturalis Principia Mathematica" (Filozoflar için Matematiksel prensipler) adlı eserinde modern mekanik ve astronomi alanındaki gelişmelerden bahsetmektedir. Bu eser 1687 yılında yayımlanmıştır. Newton geleneksel Kartezyen sistemine dayanan mekanik sitemini çürütmek istiyordu. Newton daha önceden geliştirdiği üç kanununu ve evrensel çekim kanununu kullanarak, cisimlere etki edecek olan kuvvetleri göstermeyi planlıyordu. Sadece cisimlere etki edecek olan kuvvetler yeterli değildi. Cisimlerin hareketleri boyunca cisimlerin kütlelerine göre kuvvetler etki etmeliydi. Fakat gözlemlerde gökcisimleri tamamen Newton'un kanunlarına uygun olarak hareket etmiyordu. Newton bunun sebebini anlamak için teoloji ilmine ilgi duydu ve tanrının Güneş sisteminin devamlılığını sağlamak için güneş sistemine müdahale ettiğini savundu.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

Jean Le Rond d'Alembert (1717-1783) kısmi diferansiyel denklemleri inceleyen bilim adamlarından biri olup akışkanlar mekaniği ile ilgili çalışmalar yapmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

Mikroskobun icadı ile kılcal damarlar, al ve akyuvarlar, hücre ölçeğide incelemeler başlamış, biyolojinin ölçeğinde gözle görülemeyen büyüklükteki dünyanın incelenmesine adım atılmış.

Sınıflandırma, adlandırma ve kategorize etme 17. ve 18. yüzyılın çoğunda doğa tarihinin en önemli konuları haline geldi. Carolus Linnaeus 1735 yılında doğal dünya için temel bir aksonomi yayınladı ve 1750 'lerde tün adlandırdığı türler için bilimsel adlandırmalar ileri sürdü. Linnaeus türleri belli bir hiyerarşinin değişmez prçaları olarak görürken 18. yüzyılın diğer önemli doğa bilimcisi Buffon türleri yapay bir kategorilendirme olarak değerlendirmiş ve hatta ortak ata kavramının olabilirliğini önde sürerek yaşayan türlerin değişebileceğini savunmuştur.Her ne kadar evrime karşı görüşleri olsa da Buffon evrim düşüncesinin gelişmesinde önemli yer tutmuştur ve eserlerin hem Lamarck'ın hem de Darwin'in evrim terorilerini oluşturmada etkili olmuştur. Vesalius'un çalışmalarını yaşayan insanlar üzerinde deneyler yaparak geliştiren William Harvey ve diğer doğa düşünürleri kanın toplar ve atardamarlarının işlevlerini inceledi. Harvey'in 1628 yılına ait eseri De montu cordis Galen teorisinin sonunun başlangıcıydı ve Santorio Santorio'nun metabolizma üzerine olan çalışmalarıyla fizyoloji üzerine nicel yaklaşımlar üzerine etkili model oluşturdu.

17. yüzyılın başlarında biyolojinin mikro dünyası artık açılmaya başlamıştı. 16. yüzyılın sonlarından itibaren birkaç lens ustası ve doğa düşünürü kaba mikroskoplar yapmaya başlamıştı. Robert Hooke 1665 yılında kendi mikroskobuyla yaptığı gözlemleri Micrographia adlı eserinde yayınladı. Antonie van Leeuwenhoek'ün lens yapımında çok önemli gelişmeler kaydetmesiyle, 1670'li yılların başında tek lens ile 200 kat büyüme elde etmesiyle bilim adamları mikroskopik yaşamın yabancılığı ve çeşitliliği ile karşılaşarak ilk mikroorganizmaları keşfettiler. Jan Swammerdam'ın benzer deneyleri entomolojiye yeni bir ilgi duyulmasını sağladı ve mikroskopik disseksiyon ile boyama tekniklerinin temeli atıldı.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

Mikroskobun ve teleskobun icadı yaklaşık olaraka aynı döneme denk gelmektedir ve ölçeği değiştirmiştir. Miksokobun icadında öncüler; -ZACHARİAS ve HANS JANSSEN (1580-1638) -LEONARD DİGGEST (1520-1573) ve oğlu THOMAS DiGGEST (1546-1593) sayılabilir.

-WiLLiAM HARVEY (1578-1657) tıp doktoru. 'Exercitatio Anatomica de Motu Cordis et Sanguinis in Animalibus' adlı kitabında kalbin dolaşımını ve işlevini, kılcal damarları keşfetti. Günümüzde kardiyoloji olarak ayrışan dalın başlangıcı sayılabilir. Modern fizyoloji biliminin öncülerindendir.

-JEAN BAPTiSTE van HELMOT (1577-1644) bitkilerin yalnızca suyla beslendiklerini açıklayan denemesinin kayıtlarını içeren 'Opuscula medica inaudita, ortus medicinae' (Duyulmamış Tıbbi Kitapçıklar, Şifalı Bitki Bahçesi) adlı eserini yayımlıyor. Helmot bir kimyager, fizyolog ve doktordu. Paracelsus ve iatrokimyanın yükselişinden hemen sonraki yıllarda çalıştı ve bazen "pnömatik kimyanın kurucusu" olarak kabul edilir. Van Helmont bugün büyük ölçüde kendiliğinden oluşum konusundaki fikirleri, 5 yıllık söğüt ağacı deneyi ve "gaz" (Yunanca kaos kelimesinden gelen) kelimesini bilimin sözlüğüne katkısı ile hatırlanıyor.

-GiAN ALFONSO BORELLi (1608-1694) alyuvar hücrelerinin mikroskopik yapısını inceliyor. 'De Motu Animalium' adlı ünlü eserinde hayvanların hareketlerine mekaniğin ilkelerini uyguluyor. Galileo'nun hipotezleri gözleme karşı test etme uygulamasını sürdürerek modern bilimsel araştırma ilkesine katkıda bulundu. Matematik eğitimi almış olan Borelli, Jüpiter'in uyduları, hayvan hareketlerinin mekaniği ve mikroskopta kanın bileşenleri hakkında da kapsamlı çalışmalar yaptı. Ayrıca bitkilerin stoma hareketlerini araştırmak için mikroskopi kullandı ve tıp ve jeoloji alanında çalışmalar yaptı.

-JAN SWAMMERDAM (1637-1680) Hollandalı bir biyolog ve mikroskopistti. Böcekler üzerine yaptığı çalışma, bir böceğin  yumurta, larva, pupa ve yetişkin- yaşamındaki çeşitli evrelerin aynı hayvanın farklı biçimleri olduğunu gösterdi. Anatomik araştırmalarının bir parçası olarak kas kasılması üzerine deneyler yaptı . 1658'de kırmızı kan hücrelerini gözlemleyen ve tanımlayan ilk kişi oldu. Mikroskobu diseksiyonlarda kullanan ilk insanlardan biriydi ve teknikleri yüzlerce yıl boyunca faydalı kaldı. Swammerdam'ın Historia insektorum generalis'i , ölmeden önce geniş çapta tanındı ve alkışlandı. 1680'de ölümünden iki yıl sonra Fransızca'ya, 1685'te Latince'ye çevrildi. 1705 Historia insektorum'un yazarı John Ray , Swammerdam'ın yöntemlerini övdü, onlar "en iyisiydi".  Swammerdam'ın  böcekler ve anatomi üzerindeki çalışmaları önemliydi, birçok güncel tarih onu keşifleri kadar mikroskoplarla olan yöntemleri ve becerisiyle de anıyor. Kan damarlarının görüntülenmesini kolaylaştırmak için balmumu enjeksiyonu da dahil olmak üzere örnekleri incelemek, korumak ve kesmek için yeni teknikler geliştirdi. İçi boş insan organlarının hazırlanması için icat ettiği bir yöntem daha sonra anatomide çok kullanıldı. Avrupa'daki çağdaşlarıyla yazışmıştı ve arkadaşları Gottfried Wilhelm Leibniz ve Nicolas Malebranche mikroskobik araştırmalarını kendi doğal ve ahlaki felsefelerini doğrulamak için kullandılar. Ama Swammerdam aynı zamanda 18. yüzyılın doğal teolojisini müjdelemekle de itibar kazanmıştır; Güneş Sistemi , mevsimler , kar taneleri ve insan gözünün anatomisi. Entomolojik çalışmalarının T. Floyd tarafından İngilizce çevirisi 1758'de yayınlandı. 

-NICAISE Le FEBVRE (1610-1674) Traicte de la Chymie Theorique et Pratique (Kuramsal ve Uygulamalı Kimya İncelemesi) adlı eserinde solunan havanın işlevinin, kanın temizlenmesi olduğunu yazdı. Bu çalışma, on yedinci yüzyılın Fransız kimya öğretim kılavuzları dizisinde çok önemli bir konuma sahiptir. Teorik içeriği, Glauber'le birlikte, Fransız metinler dizisindeki iyatrokimya geleneğinin doruk noktasını temsil eder; Traicté'ye teorik giriş, kimyasal felsefenin bireysel ama ilginç bir sentezidir. Le Febvre için kimya veya doğal şeylerin tıp bilimi üç ana dala ayrılır: Felsefi kimyadan edinilen doğal fenomen bilgilerini medicina (tıp, hekimlik) pratiğine uygulamayı amaçlayan felsefi kimya; iatrokimya ve (Paracelsus) deneyimli kişilerin direktiflerine göre tek amacı ilaçların hazırlanmasını olan farmasötik kimya. Böylece kimya hem bilimdir hem de "Doğanın kendisini işlemeye indirgenmiş bir bilgisidir". Le Febvre'nin kimyasal teorisi eklektiktir ve Neoplatonik, Paracelsusçu, Helmontçu ve Aristotelesçi fikirlere dayanır.

Kaynak: Biyolojinin Kültürel Tarihi-Zeki Tez ve Encyclopedia.com

-MARCELLO MALPIGHI (1628-1694) mikroskobik anatominin kurucusu, modern histoloji ve embriyolojinin öncüsü İtalyan hekim. Marcello Malpighi'den önce anatomi bilginleri ancak vücudun bölümlerini ayırdedip iç organların biçimleri üzerine bilgi verebiliyordu. Canlı maddenin bir parçasını  mikroskopla  inceleyen Marcello Malpighi, canlı organların çeşitli dokulardan, bu dokuların da çıplak gözle görülmeyen, değişik biçimlerde hücrelerden meydana geldiklerini ispatlamayı başarmış oldu. Malpighi,hücrelere ütrikül veya  kesecik adını vermiştir.

Malpghi Hücre

Mikroskop yardımıyla civciv embriyosunun gelişimi üzerine ayrıntılı çalışmalar yapmıştır. De pulmonibus (Akciğer Üzerine) adlı eserinde ilk kez kurbağa akciğerlerindeki kılcal damarları belirleyerek kılcal kan damarlarının varlığını göstermiştir.

Malphighi Ciğer

Galileo'nun optik merceğin yeni teknik başarısını Dünya'nın ötesindeki manzaralara uyguladığı gibi, Malpighi de kullanımını, şimdiye kadar hayal bile edilemeyen, yardımsız görüş seviyesinin altındaki canlıların karmaşık organizasyonuna genişletti. Dahası, onun yaşamı, vücut işlevine ilişkin hakim kavramları sorgulattı. Örneğin, kanın kılcal damarlardan geçtiğini bulduğunda, bu Harvey'nin haklı olduğu, kanın periferde, eskilerin düşündüğü gibi ete dönüşmediği anlamına geliyordu. Renal glomerüller, üriner tübüller, dermal papillalar, tat tomurcukları ve karaciğerin glandüler bileşenleri gibi birçok keşfinin tıbbi uygulamayı nasıl iyileştirebileceğini göremeyen düşmanları tarafından şiddetle kınandı. Antik fikirler ve modern keşifler arasındaki çatışma 17. yüzyıl boyunca devam etti. Malpighi, keşiflerinden hangi yeni çarelerin gelebileceğini söyleyemese de, mikroskobik anatominin canlıların ince yapısını göstererek eski tıbbın değerini sorguladığına inanıyordu. İnsanın fizyolojik değişimlerinin nihai olarak anlaşılması için anatomik temeli sağladı. El yazması on ciltlik eseri, bugün Bolonya Üniversitesi'nde saklanmaktadır.

-ROBERT HOOKE (1635-1703) bir bilim adamı ve mimar olarak aktif olan ve bir mikroskop kullanarak bir mikroorganizmayı ilk görselleştiren bir  İngiliz bilge idi. Hooke ayrıca Gresham Koleji'nde Geometri Profesörüydü .Hücre ilk defa 1665 yılında bir İngiliz bilim adamı olan Robert Hooke tarafından ölü mantar dokusunda boş odacıklar şeklinde keşfedildi. Robert Hooke incelemeleri sırasında gördüğü bu odacıklara hücre (cellula) adını verdi. İleriki yıllarda bu odacıkların boş olmadığı içinde canlıların yaşamsal olaylarını gerçekleştiren en küçük organizmalar olduğu anlaşıldı. 1665 yılında mikroskobu icat edip, ilk araştırmasında hücre adını verdiği ölü mantar hücresinin hücre duvarını görmüştür. Fizik bilimci Robert Boyle'un asistanı olarak Hooke, Boyle'un gaz yasası deneylerinde kullanılan vakum pompalarını yaptı ve kendisi deneyler yaptı. 1673'te Hooke en eski Gregoryen teleskopunu yaptı ve ardından Mars ve Jüpiter  gezegenlerinin dönüşlerini gözlemledi.  Hooke'un 1665 tarihli kitabı Micrographiamikroskobik araştırmaları teşvik etti. 

Robert Hooke

Optikte, özellikle ışığın kırılmasını  araştırarak, ışığın dalga teorisini çıkardı . Ve onunki, ısıyla genişleyen madde, havanın daha büyük mesafelerde küçük parçacıklar tarafından bileşimi ve enerji olarak ısı hakkında kaydedilen ilk hipotezdir. Dönemin İngiltere Kralı II. Charles'ın isteği doğrultusunda Christopher Wren ve Robert Hooke tarafından, yangının almış olduklarını anmak amacıyla bir anıt tasarlandı ve felaketin başlangıç noktası olan Pudding Sokağı'na yakın bir noktaya dikildi.

-FRANCESCO REDI (1626-1698) 21 yaşında Pisa Üniversitesi'nden Tıp ve  Felsefe alanında doktora derecesi alarak İtalya'nın çeşitli şehirlerinde çalıştı.

Pisa Üniversitesi

Zamanında, bir rasyonalist olarak -Aristotelesçi abiogenesis kuramı olarak da bilinen- kendiliğinden oluşum gibi mitlerin sıkı bir eleştirmeniydi. Esperienze intorno alla generazione degli insetti (Böceklerin Oluşumu ile İlgili Deneyler) adlı kitabında, çürümekte olan et üzerinde beliren kurtların, dışarıdan gelen sineklerin ete bıraktığı yumurtalardan oluştuklarını ileri sürüp bütün canlıların tohumlardan doğduklarını ve yine kendi tohumları aracılığıyla soylarını südürdüklerini savunarak 'kendiliğinden türeme' kuramını geçersizleştirdi. Biyoloji tarihi açısından bu kitap, büyük bir çağın başlangıcını gösteren bir kilometre taşıdır. Huxley tarafından biyogenez teorisi olarak adlandırılan bu büyük genellemenin deneysel kanıtlarıyla desteklenen ilk ve dolayısıyla en önemli ifadeyi kaydeder; bu teori, uygulamasında muhtemelen insanlığa diğer tüm bilimsel araştırma sonuçlarından daha fazla yarar sağlamıştır. Dönemin rahiplerinin, filozoflarının ve şairlerinin, her zaman ilgi çeken doğal fenomenler hakkındaki görüşleri, ara sıra mizahi yorumların canlandırdığı ciddi bir sadelikle ortaya konmuştur ve klasiklerden birçok ayrıntılı alıntı, ileri sürülen teorilerin kanıtı veya çürütülmesi olarak eklenmiştir.

Kaynak: Biyoloji Tarihi- Zeki Tez, Experiments ON THE Generation of Insects -Francesco REDI by Mab BIGELOW

-JOHN MAYOW (1645-1679) bugün solunum ve havanın doğası üzerine erken araştırmalar yürüttüğü için hatırlanan bir kimyager , doktor ve fizyolog . Mayow, bazen pnömatik kimya olarak adlandırılan bir alanda çalıştı.Priestley ve Lavoisier'den bir yüzyıl önce, oksijeni tam olarak keşfedemesede, Boyle'un deneylerindeki 'yanma için havanın gerekliliği'nden yola çıkarak, havanın daha küçük bir parçasının yanma olayına sebep olduğunu kanıtladı. Medico-Physical Works (1674) adlı kitabı içinde; bu parçaya "spiritus igneo-aereus" veya bazen "nitro- aereus " adını verdi. Treatise On Respiration aldı bölümde; Mayow, aynı parçacıkların solunumda tüketildiğini savundu, çünkü küçük bir hayvan ve yanan bir mum havayla dolu kapalı bir kaba konulduğunda mumun önce söndüğünü ve kısa süre sonra hayvanın öldüğünü buldu. Bununla birlikte, eğer mum yoksa, hayvan iki kat daha uzun yaşadı. Havanın bu bileşeninin yaşam için kesinlikle gerekli olduğu sonucuna varmış ve akciğerlerin onu atmosferden ayırıp kana geçtiğini varsaymıştır. Nefes almanın kalbi soğutmak veya kanın kalbin sağından sol tarafına geçişine yardımcı olmak ya da sadece onu çalkalamak olduğu şeklindeki zamanının yaygın fikirlerini reddeden Mayow, ilhamla, onu harekete geçirmek için bir mekanizma gördü. Oksijen, ısı üretimi ve kas aktivitesi için tüketildiği vücuda girer. Hatta belli belirsiz bir şekilde son kullanmanın bir boşaltım süreci olduğunu düşündü. Mayow, su üzerinde kavanoz kullanarak, bugün oksijen dediğimiz aktif maddenin havanın yaklaşık beşte birini oluşturduğunu gösterdi. Mayow'un çalışmalarının bazı bölümleri, hava ve yanma ile ilgili modern fikirlerle aynı fikirde görünüyor. Birkaç kez yeniden basılan ve Felemenkçe , Almanca ve Fransızca'ya çevrilen eserinin içeriği, onun zamanının çok ötesinde bir araştırmacı olduğunu gösteriyor. Mayow, kendisinden önce başkaları olduğu gibi, bazı malzemelerin güçlü ısıtmada ağırlık kazandığını kaydetti. Antoine Lavoisier (1743-1794) ve diğerleri daha sonra bu kazancı havadaki gaz halindeki bir malzeme (oksijen) ile reaksiyon açısından yorumladılar.

-NEHEMIAH GREW (1641-1712) Bitkilerin köklerinin, dallarının, çiçeklerinin anatomisini birçok detaylı çizimlerle incelediği Anatomia Plantarum (Bitkilerin Anatomisi) aldı kapsamlı eserinde ilk olarak çiçeklerin, bitkilerin cinsel organları olduğunu belirtmiştir.

Grew'in mikroskopla ilgili öncü çalışmalarının çoğu, Marcello Malpighi'ninkiyle çağdaştı ve ikisinin birbirinden özgürce ödünç aldığı bilinirdi. Grew'in polen üzerindeki çalışması, Malpighi'ninkinden daha kapsamlıydı ve tüm polenlerin kabaca küresel olmasına rağmen, boyut ve şeklin türler arasında farklı olduğunun keşfine yol açtı; ancak bir türün içindeki polen taneleri birbirine benzer. Bu keşif, palinoloji alanının merkezinde yer alıyor. Grew ayrıca daktiloskopinin öncülerinden biri olarak kabul edilir . El ve ayak yüzeylerindeki çıkıntıları, olukları ve gözenekleri inceleyen ve tanımlayan ilk kişiydi. 1684'te parmak sırtı desenlerinin doğru çizimlerini yayınladı . 

-RUDOLPH JAKOB CAMERARIUS (1665-1721) en önemli bilimsel başarısı, bitkilerin cinselliğinin deneysel olarak gösterilmesiydi. Bu temel biyolojik soru, Theophrastus ve daha sonra Cesalpino (1583), Malpighi (1675) ve Grew (1682) tarafından tartışılmıştı; ancak net bir sonuca varılamadı. Camerarius, cinselliğin bitkilere atfedilmesi gerektiğini sayısız deneyle kanıtlayan ilk kişiydi. Bununla birlikte, birçok botanikçi 19. yüzyılın başlarına kadar bitkilerin cinselliğini inkar etmeye devam etti. Son olarak, dokuz binin üzerinde hibridizasyon deneyi gerçekleştiren Karl Friedrich von Gaertner'in (1844, 1849) çalışmaları, konuyla ilgili son şüphelerin üstesinden geldi.

1600 AVRASYA GÜÇ BLOĞU MİMARİSİ: 17. yüzyılda Avrasya dünyası ; Japonya'dan Avrupa'ya, iyi kurulmuş ülkeler arası ve kıyı ticareti ile birbirine bağlanan bitişik bir ekonomik güç bloğuydu. Bir uçtan diğerine, zenginlik ve fikirler tüccarların, göçmenlerin ve orduların bagajlarında veya zihinlerinde dolaşıyordu. Bu, şimdi yeni ortaya çıkan, daha verimli okyanus ticareti tarafından giderek zayıflatılan Eski Dünya Düzeni 'ydi. Sonunda, 19. yüzyılda bir zaman, okyanus yollarının verimliliği, Amerika kıtalarına sınırsız erişimin eşi görülmemiş avantajı ve sanayileşme, kolonyal Avrupa'yı dünyanın rakipsiz gücü haline getirecekti. O zamana kadar -İpek Yolu tamamen çökene kadar- Avrasya'nın güç merkezleri hala dünyanın eski ekonomilerine egemen oldu.

JAPONYA'DA 17. yüzyılın başlarında, Shogun komutanları, bir asırlık yükseliş ve iç savaştan sonra ülkeyi birleştirip pasifleştirdiler. Zen Budizmini korumaya devam ettiler ve Kyoto'nun büyük türbelerini ve tapınaklarınını yeniden inşa ettiler. Japoncada, güç ve mimari arasındaki ilişki, genellikle dilde kodlanmış; "mon" veya ağ geçidi, yetkili bir kişiyi tanımlayan "kenmon" kelimesinin bir parçasıdır. Kelimenin tam anlamıyla "powergate" anlamına gelir. İmparatora atıfta bulunmak için "mikado" (şerefli kapı) kelimesi kullanılmıştır. Bir "kinmon" veya "yasak geçit", yalnızca erişimin kısıtlandığı imparatorluk sarayında kullanılabilirdi. Siyasi hırslarını geliştirirken şimdi büyük ölçüde güçsüz olan Shogun askeri komutanlarının aksine, Zen Budizminin ideallerinden etkilenen içe dönük ve sözde-rustik bir estetiği benimsemeye başladılar.

ÇİN'DE Ming bürokrasisi o kadar etkiliydi ki, yedinci Ming İmparatoru Wanli'nin (1573-1620) kayıtsız ve zevk peşinde koştuğu bildirilen gerçeği, imparatorluğunun refahını etkilememiş gibi görünüyor. Wanli'nin zamanının büyük bir kısmı, tahminen sekiz milyon "taş" gümüş ile birlikte, mezarının tasarımına ve inşasına harcandı.

POTALA SARAYI Budizm, MS 8. yüzyılda,Tibet'e, Hindistan ve Nepal'den seyahat eden Mahayana Rahipleri tarafından tanıtıldı. 1461'de Ngamang Losang Gyatso (1617-82), Gushi Han tarafından Tibet'in sadece ruhani değil, aynı zamanda poitik başı olarak ilan edildi. Moğol Mançusu, beşinci Dalai Lama'nın ilk hareketlerinden biri, yeni bir başkent kurmak ve Budist Dünyasının hem manevi hem de politik gücünün ikametgahı olarak tanımlanan yeni bir saray inşa etmekti. Himalayalar'da bir yürüyüş yolunun 130 metre yukarısında, Kızıl Tepe olarak bilinen kayalık bir çıkıntının üzerinde, 360 metre uzunluğunda, 110 metre genişliğinde ve maksimum 170 metre yüksekliğe ulaşan Potala Sarayı oturuyor. Dünyanın çatısı. Kalın, yıpranmış tuğla duvarlar, beyaza boyanmış, karanlık pencerelerle noktalanmış, yüksek kotlarda bu pencereler büyüyor ve daha zengin bir şekilde süsleniyor. Çin tarzı çatılar, uzaktan görülebilen uzun rampalar, tepenin kenarında ilerliyor. Potala Sarayı, Budist Cosmos'un kavramsal düzenleme merkezi olan Yeni Dağı'nı temsil ediyor.

TAJ MAHAL Delhi Sultanlığı'nda Humayun'un eşi Begai Begüm, Buhara'da yaşayan Pers mimarlarından Mizak Mirza Ghiyas'ı kocasının mezarını tasarlamak için getirdi 1570. Humayun'un mezarı, elli yıl sonra, Tac Mahal'in tasarımını etkileyen prototip olacaktı. Şah Cihan'ın kraliçesi Mümtaz Mahal için yaptırılan mezar, Moğollar tarafından mermerinin parlaklığı ve şeffaflığı nedeniyle Ravza I-Munavvara (veya Aydınlatılmış Mezar) olarak adlandırldı. Daha sonra İngilizlerin 19. yüzyılda Tac Mahal'e dönüştürdüğü Ravza-I-Muntaj Mahal olarak da anıldı. Tac Mahal'in mimarı kimdi sorusunu çelişki barındıryor. Tarihi kayıtlar, mezardan veya mezarın bir kısmından sorumlu birkaç kişiyi listeliyor. Kubbeyi Türkiye'den İsmail Han tasarlamış olabilir. Lahor'dan Qazim Khan altın finalini yaptı. Delhi'den yerel bir taşçı olan Chiranjilal, baş hattattı. Buhara'dan heykeltıraşlar, Suriye ve İran'dan hattatlar, Güney Hindistan'dan kakma işçileri, Belucistan'dan taş yontucuları vb. dahil olmak üzere diğer uzmanlar. Yaratıcı çekirdekte otuz yedi uzman sayılabilir. Bu bağlamda Tac Mahal küresel bir projeydi. Yine de Şah Jahan'ın tasarımı şahsen denetlediği ve projenin her yönünü onayladığı düşünüldüğünde, baş mimarı olarak tanınmalıdır.

DIWAN-I KHAS Akbar'ın Divanı-ı Khas'ı mimarlık tarihinde tekil bir yapıdır. İstisnai ve birçok bakımdan çok modern bir düşünür olan Akbar tarafından tasarlandı. Çok cahil olmasına rağmen, yarattığı imparatorluğu hakkında çok meraklıydı. Çevresini filozoflar ve estetikçilerle çevreledi ve kendi dünyasındaki inançların çokluğunu ve çelişkilerini kendi zihnine çözebilecek felsefi ve dini bir uygulama aradı. Ekber, Divan-i İlahi ya da İlahi Din olarak adlandırılan, uzak genetik bir esrar, meditasyon, iyilik, siyaset ve mistik tektanrıcılık içeren yeni bir bilimsel ve çoğulcu kült ya da dinsel uygulama inşa etti. Ekber, 1582'de Fatehpursikri'de, Din-i İlahi'nin doğumunu resmen ilan etti ve dini farklılıklarını çözmek için tüm inançların üyelerinden oluşan bir genel kurul toplantısı düzenledi. Din-i İlahi'nin özü Sulh-i Kul veya insanlığa fayda sağlayan tüm düşüncelere hoşgörü idi. Din-i İlahi'nin konseptleri, Divan-i Khas, Kraliyet seyirci salonunda tezahür ediyor. Bu, ana avludaki boşluk binasındaki tek nesnedir, tamamen kırmızı kumtaşından yapılmış, köşelerinde dört "chattris" bulunan iki katlı kare bir kutudur. Derin bir sarkan "chajja", üst kattaki yüksekliğe belirgin bir gölge düşürür. Binanın genişliği 13,18 metrede, "chattris'in" tepesine alınan yüksekliğiyle aynıdır, bu da onu sembolik olarak mükemmel bir küp haline getirir. Divan-i Khas'ın tiyatrosu, iç mekanıdır. İç mekanın iki kat yüksekliğinde, toplam hacmin merkezinde yer alan ve bir laprrom üst kumtaşı mesneti ile tek bir sütun tarafından desteklenen, havada asılı gibi görünen yuvarlak bir platformdur. Haç biçiminde bir desen oluşturan dar köprülerle köşelere bağlanır. İkinci kat seviyesinde iç kısmı çevreleyen bir balkon. Kendine özgü bir seyirci salonu olarak işlev görüyordu, yetersiz gelenleri yukarıdan dinliyor ve köprülerin sonunda oturan çeşitli felsefi ve dini pozisyonlardan bakanlara danışıyordu. Küpün merkezi ve binanın ima ettiği kavramsal alan, bu, Din-i İlahi'de merkezde bulunan -yani tüm felsefi konumlara eşit uzaklıkta olan- imparatorun işgal ettiği konumun mekânsallaştırılmasıdır. Felsefi bir idealin doğrudan mekânsallaştırılması olan Divan-ı Han, teorik bir proje olarak tanımlanabilir. Bilinen bir örneği yoktu ve bir daha asla kopyalanmadı.

ISFAHAN, 1598'de neredeyse İran'ın merkezinde, dünyanın en büyük şehirlerinden biri olan Tahran ile Fars arasında yeniden inşa edildi ve odak noktası ülkedeki tüm sanatsal enerjiydi. Ticari caddelerle çevrili, dünyanın en büyük meydanlarından biri (512'ye 159 metre) ve yaklaşık yarım milyon nüfusuyla, kısa süre sonra İngiliz ve Hollandalı tüccarlar ile Avrupalı ​​sanatçılar ve diplomatlar tarafından ziyaret edilen büyük bir kozmopolit merkez haline geldi. Safevi sarayıyla ortak düşmanları Osmanlılar'a karşı ittifak kurmayı umuyorlardı. 16. yüzyılda şehrin ihtişamını ifade etmek için ünlü bir kafiye olan İsfahan nesf-eh jahan (İsfahan dünyanın yarısıdır) icat edilmiştir.

SÜLEYMANİYE KOMPLEKSİ Kanuni Sultan Süleyman olarak da bilinen Osmanlı Sultanı Süleyman (1522-66), yetenekli mimarı Mimar Sinan (1491-1588) ile İstanbul'u, köprüler, camiler, saraylar ve çeşitli hayırsever ve sosyal binalarla İslam kültürünün bir merkezi haline getirdi. Hem Michelangelo'nun hem de Andrea Palladio'nun çağdaşı olan ve sık sık kıyaslandığı Mimar Sinan, Konstantinopolis'te iki yüze yakın bina inşa etmiş, kiliseleri camiye çevirmiştir. Sinan, Higha Sophia üslubunu örnek alan kubbeli bir yapı yaratma hırsıyla bilinmiş olsa da, Selçuklu özelliklerini, kapılara vurgu yaparak, Anadolu'nun taş ustalığı ve Bizans kubbelerinin yapısal mantığıyla kaynaştırmak oldu. Kesintisiz ve yeni bir birlik. Bu, Sinan'ın 1599'da başladığı, dört medrese, bir tıp medresesi ve bir darülaceze, bir kervansaray, bir hamam ve bir çarşı içeren usta eseri Süleymaniye Külliyesi'nden daha iyi ifade edilemez. Dekoratif çiniler İznik'te, Anadolu ve Mısır'da halılar, renkli cam ve şeffaf cam (ikincisi zamanın teknolojik bir yeniliği) Venedik'te yapıldı; kireçtaşı ve granit Marmara Denizi'ndeki taş ocaklarından geldi ve pencere ızgaraları ve kapıları Balkanlar'dan geldi.

KREMLİN'İN YENİ KİLİSELERİ Bizans Kilisesi, İstanbul üzerindeki Türk baskısını hafifletmek için çaresiz bir hareketle Roma Katolik Kilisesi ile yeniden birleşmeyi kabul etti (Floransa Birliği, 1439) Ancak, Rus Kilisesi, Floransa'daki imza töreninde bulunan Rus Kilisesi delegesi, anlaşmayı reddeder ve Ortodoks inancının savunucuları olarak devam eder. Bu yenilenme duygusu, parçalanan Moğol İmparatorluğu karşısında merkezi Rus topraklarının sağlamlaştırılmasıyla birlikte, özellikle III. İvan döneminde, teşvik edildi ve eşi benzeri görülmemiş bir yapı inşa edildi. (1462-1505) Ivan III, 1475'te, kilise doktrini meselelerine rağmen, çeşitli inşaat projelerinin planlanmasına ve uygulanmasına yardımcı olabilecek İtalyan mimarları aramak için İtalya'ya bir elçi gönderdi. Hiçbiri, Moskova'nın merkezinde, kent yöneticilerinin 12. yüzyıldan beri ikamet ettikleri yer ya da ikametgah olarak kullandıkları, tepenin üstündeki tahkimat bileşimi olan Kremlin'in yeniden tasarlanmasından daha önemli değildi.

PALLADIO Andrea Palladio (1508-88), fırsatın penceresinde, binalarının çoğunu ticaretin düşüşte olduğu Venedik'te değil, Vicenza'daki çiftçilik anakarasında tasarlayarak öne çıktı. Çiftçi aileleri için tasarladığı villalar, şehir ihtişamı ve mahremiyet için tasarlanmış Roma'daki Papanınkilerden veya Floransa'daki Medici'lerden çok farklıydı. Ortak kullanım için binalar yaratmak Palladio'yu protomodernist yaptı. Villa Foscari, Avrupa'daki saraylar ve Amerika'daki villalar ve evler için bir model oldu. Palladio, "Mimarlık Üzerine Dört Kitap" 1452 adlı eseriyle, Büyük Rönesans mimarları arasında en sistematik ve sistem bilinçli olanıydı, mimarlık alanında kapsamlı bir çalışma girişiminde bulundu ve farklı yapı türlerinden en iyisine kadar her şeyi ele aldı. Kitapta çizim yoktu. Serlio'nun "Mimarlık Üzerine Beş Kitap" ında bolca çizimi vardı, ancak amacı klasik sistemin neredeyse sonsuz çeşitlilikte planlar üretmek için nasıl kullanılabileceğini göstermekti. Bu, zemin planının sistematik hale getirilmesini ve bir binanın kesiti ve yüksekliği ile ilişkisini vurgulayan Palladio'nun tersiydi. Serlio'nun kitabı, müşteriye geniş bir seçenek yelpazesine izin verirken, Palladio'nun tasarımları çok daha sınırlıydı. Yine de Palladio'nun mimarisini bu kadar etkili kılan şey, kesinliğine rağmen asla tek tip veya sıkıcı binalar üretmemesiydi. Yöntem ve sistem yaratıcılığı gölgede bırakmadı. Palladio için ayrıca bir nesne olarak binalar arasındaki ilişki ve daha geniş çerçevelemesi de önemliydi.Köyler ve çevre duvarları kompozisyona entegre edildi.

BAROK İTALYA Barok üslup Roma'da esasen reformasyonun bir karşılığı olarak ortaya çıktı; Onun çizgisine ve tam donanımlı özelliklerine en çok katkıda bulunan mimarlar Giovanni Lorenzo Bernini (1598-1680) ve Francesco Castelli Boronini (1599-1667) idi. Burada Roma Barok'unu Avrupa Baroku'ndan ayırmak önemlidir. Barok Roma, 1648'den sonra Papa VII. Alexander yönetiminde sürdü. O zamandan itibaren papalık artık Avrupa siyasetinde önemli bir üretici değildi. Fransa ve Avusturya'nın yükselişiyle birlikte, Barok tarz daha kentsel bir biçim alarak değişmeye başladı ve artık şatolara ve prenseslerin kalelerine de uygulandığı ve halka açık parklar ve su yapıları gibi unsurlar edinmeye başladı. Yaklaşımlar genellikle uzun perspektiflerle manzaraya doğru genişledi. Fransa'da, Paris'teki Palace Vendome ve Andre Le Notre tarafından chateaux de Vaux-le-Viconte (1656-61); Avusturya'da, Schönbrunn Sarayı kalesi (1695). Sonunda Barok, 17. yüzyılın sonlarında Avrupa başkentlerinin -Roma, Paris, Londra ve Viyana- mimarisi haline geldi ve bu şehirlere bugün kimliklerinin önemli bir parçası olarak kalan bir profil verdi. Olumsuz tarafı, Orta Çağ'ın birçok saygın eski binasına yeni Barok cepheler verildi veya iç mekanları Barok'un "modernleşme" eğilimine uyacak şekilde güncellendi.

AMERİKA'NIN İSPANYOL İŞGALİ 1300'lerde yaşanan bir dizi vebadan sonra ve İpek Yolu'ndaki yüksek vergiler nedeniyle, 15. yüzyılın sonunda İspanya, doğu pazarlarına bir deniz yolu açmak için batıya doğru açma riskini göze aldı. Columbus, Francisco Pizzaro, Hernan Cortes ile Amerika'nın İspanyol istilası çoğunlukla gümüş getiriyor (50.000 ton, Avrupa'da daha önce mevcut olan gümüş stokunu ikiye katlayan bir miktar). Gümüşün resmi para birimi olduğu Çin'den mal satın almak için büyük miktarlar kullanıldı. Zenginliğin yanı sıra gıda, patates, yer fıstığı, koka, mısır, çam, elma, kırmızı biber, vanilya ve tütün, Avrupa'ya ve nihayetinde kolonizasyon yoluyla küresel diyete giren Amerikan yiyecekleriydi. Tersine, Amerika'ya buğday, çavdar, yulaf, kahve, limon, portakal, darı, pamuk, çivit, çay, pirinç, muz, bazı fasulye ve Avrasya ve Afrika dünyasının diğer ürünleri getirildi. Atlarla birlikte koyunlar, keçiler, domuzlar, tavuklar, eşekler, sıçanlar, tavşanlar, kediler, köpekler, bunların çoğu çiftçilik hayvancılık sistemlerinin transplantasyonunun bir parçası olarak tanıtıldı. İspanya, Hıristiyanlığın zorla getirilmesiyle el ele giden bir çaba olan Amerika kolonisini acımasızca sömürdü. Ancak kiliselerin faaliyetlerinin melezleştirilmesi, bazı Kolomb öncesi şarkıları ve dansları, eski yerli görsellere benzeyen katolik ikonları ve kiliselerin mimarisindeki değişiklikler Roma'daki Kilise'yi tedirgin etti. 1574'te keşişin kutsal imtiyazları kaldırıldı, manastırların inşası durduruldu ve "Atrio" kiliselerinin hizmete uygun olmadığı ilan edildi. Yerli bilince derinlemesine yerleşmiş ruh halleri, yine de Latin Amerika Kilisesi içinde hayatta kaldı ve eşsiz karakterini devam ettirdi.

SÖMÜRGE KALELERİ Sömürgeci güçler, liman ve ticaret yollarını korumanın yanı sıra çıkarma politikasını güçlendirmek için dünya çapında bir kale inşası kampanyası başlattı. Binlerce olmasa bile yüzlercesi inşa edildi - Batı Afrika kıyılarında tek başına altmış kale. Portekiz'in Gana'daki Eliman Kalesi, Malta'daki Fort Manoel, Gana'daki İngiliz Fort Commenda, vb. Bu kaleler, hava bombardımanı gerçekleşene kadar önümüzdeki iki yüz yıl boyunca norm olarak kalacaktı.

AMSTERDAM Hollanda, İspanya'dan bağımsızlığını kazandığında, 1579'a kadar görece önemsiz bir şehir olan Amsterdam, kısa sürede Avrupa'nın önde gelen uluslararası limanlarından biri haline geldi. Şeker, köle ve baharat için rekabetli okyanus yollarındaki başlıca rakipler başlangıçta İspanyollar ve Portekizlilerdi. 17. yüzyılın sonunda denizcilikte öne çıkan İngilizlerdi. Fransızlarla birlikte kolonilerden kakao, tütün ve şeker çıkaran Hollandalılar, Amerika'yı geniş boş arazileriyle, benzersiz avantajını kullanan, nakit mahsul ekonomisine dönüştürmekten sorumluydu. Uzun vadede, Avrupa pazarlarını muazzam miktarlarda ucuz tüketilebilir ürünlerle dolduran ve modern Avrupa kültürünü dönüştüren, onu rasyonalizasyon, sanayileşme ve Aydınlanma yoluna sokan bu ticaret ekonomisiydi. Hollanda dünyasının yeni merkezi ve para kazanmaya adanmış bir şehir olan Amsterdam'da saraylar, manastırlar ve kaleler kültürel dokunun bir parçası değildi. Bunun yerine, sıra sıra evler, paralel caddelerin ve kanalların, nispeten düz bir düzenlemesine inşa ediliyordu. 17. yüzyılın sonunda, 16 milyondan fazla Hollanda florini, diğer Avrupa hükümetlerinin florinleri de dahil olmak üzere, kasalarında birikiyordu. Amsterdam Belediye Binası (Burgerzaal)

PALACE ROYAL Kendi taşra şatolarında yaşamayı tercih eden Kralların yokluğu ve 16. yüzyılda ekonomide yaşanan genel gerileme ile birlikte, 20 milyona varan nüfusuyla Fransa - Çin ve Hindistan'dan sonra dünyanın üçüncü en kalabalık ülkesi- son derece kırsal bir ülke olarak kaldı. Paris'i bir başkent ve yeni şekillenen bir ulus devletin merkezi yapmaya karar verirken, Henry IV, şehrin ekonomik durumunu da iyileştirmeyi amaçlayan yeni bir dizi kentsel proje başlattı. Bankacılar ve tüccarlar için konaklama sağlamak üzere tasarlanmış üçgen şeklindeki Place Dolphine (1609) böyle bir proje idi. Diğer bir deney, üç tarafı dükkanlar ve daireler için ve dördüncüsü ipek üretimi atölyeleri için planlanan Palace Royal (bugün Place des Vogues) idi.

ELISABETH'İN İNGİLTERESİ Kraliçe Elisabeth (1558-1603), modern yönetim anlayışlarını benimserken, ağırlıklı olarak balıkçılık, kaçakçılık ve yağmacılıktan oluşan bir denizcilik ekonomisine sahipken, Akdeniz'den Atlantik'e geçişten faydalandı. Yurtdışı yabancı yatırımlar, yün ve tekstil ürünlerinin, kurşun, tuz ve sabun üretiminin yanı sıra ekonominin giderek daha büyük bir parçası haline gelmesiyle birlikte, mülk sahibi sınıfın artmasıyla sonuçlandı. 1588'de İspanyol Armadası'nın İngilizler tarafından tahrip edilmesi, ülkeyi bir deniz gücüne dönüştürdü ve İngilizlere Atlantik ticaretini sürdürme fırsatı sunarak onları dünyanın kolonyal süper gücü olma yoluna soktu. Ancak İngiliz mimarisinin gidecek uzun bir yolu vardı. Evler nispeten düz ve kaba görünüşlü idi ve portreler dışında hiçbir güzel görsellik barındırmıyordu. Bununla birlikte, İngiliz kültüründeki değişim hızlı ve derindi. Eski evler bacalarla inşa edilmiş,taş duvarlar, pencereler perdahlı ve eski ahşap çerçeveli binalar taşla kaplanmıştı. O dönemde özellikle önemli bir yenilik ve Elisabeth dönemi mimarisinin gelişimini etkileyen, cam fırınlarında kömürün kullanılmasıydı. Düzcam kullanılmaya başlandı ve kısa süre sonra ülkenin dağınık limanlarına fırınlar yapılmaya başlandı. Önemli bir kömür patronunun evi olan Wollaton Hall (1580-88 Nottingham yakınında), yeni endüstri için şimdiden görkemli bir vitrindi. Bu yeni tip pencere düzeni, hayatta kalan Titchfied Priory (Hampshire 1537-40) evindeki Gotik ortaçağ pencereleri ile karşılaştırılabilir.

Kaynak: A Global History of Architecture

     
       
         
FELSEFEDE BİLGİ KURAMI ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK TARİHİ

Bilgi kuramı (Epistemoloji) , bedensel duyumsamayı ve zihinsel faaliyetleri araştırma ve tartışma yolu ile beden-zihin ilişkisinde, bireyin kendisi ve çevresi ile ilgili bilgiyi nasıl oluşturduğu üzerinde durmuştur.

-David HUME’de (1711-1776) ise duyumsanan şeylerin izlerinin oluştuğunu ancak sonra zihinsel karşılıkları ile idelere dönüştükleri savunuluyor. Bu zihinsel fonksiyonlar imgelem ve bellek olarak adlandırılıyor. Empirizmden (deneycilik) ten farklılaşıp, Epistemolojik (bilgi kuramı) algı sistemi geliştiriliyor.

-Jean Jacques ROUSSEAU (1712-1778) Rousseau toplumsal konularla ilgilenmiş, eşitlik, özgürlük konularında düşünce üretmiştir. Fransız Devrimini etkilemiş, ulus-devlet anlayışını benimsemiştir.

-İmmanuel KANT (1724-1804) Kant Felsefe Tarihindeki epistemolojik tartışmalar bağlamında bir dönüm noktasına işaret eder. Epistemolojik bağlamda rasyonalizm (akılcılık) ve empirizmi (deneyimcilik) uzlaştırmaktadır. Kant’ın transendental idealizmine göre zihnimiz dış dünyaya göre değil, dışdünya zihnimize göre biçimlenir.

Kaynak: İstanbul Üniversitesi Açıköğretim

Saf Aklın Eleştrisinde, aklın sınırlarıını belirlemeye çalışmış, fenomenal gerçeklikle, yani bizim duyular aracılığıyla tecrübe ettiğimiz dünya ile numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya arasında bir ayrım yapmıştır. Modern felsefenin gelişim seyrine uygun olarak bilgi kuramını ön plana çıkartmıştır. Kant'ın gözünde bilim, liderleri kesin olan ve yöntemleri, ancak Hume'unki gibi felsefi bir kuşkuculuk benimsendiği zaman sorgulanabilen evrensel bir disiplindir. Bilim yansızdır ve nesneldir.

-Etinne Bonno de CONDİLLAC (1715-1780)  Zihinsel aktiviteleri; kavrama, bilinç, dikkat, hatırlama ve bellek olarak ayrıştırmıştır. Kavramayı duyumsamanın devamı ve düşüncenin oluşumundaki ilk adım olarak nitelendirmiştir. Zihinsel aktivitelerin duyumsama ile ilişkilenmesi, zihinde herhangi bir duyuma sahip olmayan bilgiden söz edilemeyeceğini savunmaktadır.

 

 

-Jean le Rond de L'ALEMBERT (1717-1783) kısmi diferansiyel denklemleri ilk inceleyen bilim adamlarından biri olmuşve akışkanlar mekaniği ile ilgili çalışmalar yapmıştır. Gençliğinde pi sayısı hakkında çalışmalar yapmış ünlü bir bilim adamıdır. Aynı zamanda oran testinin mucididir. Dinamik eşitlik için aslında var olmayan "merkezkaç" kuvvetinin mucididir. Bu yöntem hareketli maddelerdeki ivme hesaplamalarını yaparken oldukça kolaylık sağlamaktadır.

-Leonard EULER (1707-1783) Onsekizinci yüzyılın en önemli matematikçisi İsviçreli bilim insanı matematiğin çok çeşitli alanlarını kapsayan çalışmalarına ek olarak varyasyonların kalkülüsü (Varyasyonel Hesaplama, 1744) ve diferansiyel geometri olarak iki yeni dalı geliştirmiş, Fermat tarafından etkin olarak başlatılan sayılar kuramındaki araştırmalara ivme kazandırmıştır. Pierre-Simon Laplace'a atfedilen bir ifade, Euler'in matematik üzerindeki etkisini ifade eder: "Euler'i okuyun, Euler'i okuyun, o hepimizin efendisidir." Carl Friedrich Gauss şunu belirtti: "Euler'in çalışmalarının incelenmesi, matematiğin farklı alanları için en iyi okul olmaya devam edecek ve başka hiçbir şey onun yerini tutamaz." Euler ayrıca yaygın olarak en üretken matematikçi olarak kabul edilir, 850'den fazla yayını 92 "quarto" ciltte (Opera Omnia dahil) alandaki herkesten daha fazla toplamıştır. Euler, Arşimet sabitini (bir dairenin çevresinin çapına oranı) belirtmek için Yunanca π (küçük pi) harfini popüler hale getirmek, ayrıca ilk defa bir fonksiyonun y-ekseni'ni tanımlamak için f(x) terimini kullanmak, √-1'e eşdeğer sanal kısmı ifade etmek için i harfini kullanmak ve toplamları ifade etmek için Yunanca Σ (büyük harf sigma) harfini kullanmakla tanınmaktadır. Halen Euler sayısı olarak bilinen doğal logaritma'nın temeli olan e sabitinin mevcut tanımını vermiştir. Euler, trigonometrik fonksiyonlar için modern kısaltmalar olan sin, cos, tang, cot, sec ve cosec kısaltmalarını kullandı.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011 ve Wikipedia/Leonard EULER

 

19. yüzyılın sonlarına kadar cebir genel olarak sadece denklem teorileri barındırıyordu.

Kaynak : https://tr.wikipedia.org/wiki/Cebir

18. yüzyılın sonuna doğru Joseph Louis Lagrange (1736-1827) fonksiyonlar kuramı ve mekanmik kuramı (Mechanique Anlatytique,1788) konularında çalışmalar başlatmış, yüzyılın dönüm noktasında Pierre Simon Laplace (1749-1827) gök mekaniği konusunda büyük çalışmasını (Traite de Mechanique Celeste,1799) yaptığı gibi Monge ve Lazare N. M. Carrot (1753-1823) da sentetik geometride temel gelişmeleri sağlamışlardır.

-Gaspard MONGE (1746-1818) ise tasarı geometriyi yaratmıştır. Metrik sistemin hayata geçirilmesine yardım etti. Soyut matematikte diferansiyel geometrinin babası olarak kabul edilebilir. École Polytechnique' in kurulmasında yer alan kişilerden biri idi. 1783 'te hidrojen yanması ile su üretimi konusunda bir makale yazmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-Joseph Louis LAGRANGE (1736-1827) ın Mecanique Analytique'i 1788 in başlarında, Newton'un Principa Mathematica'sının yayınlanmasından nerdeyse tam bir yüzyıl sonra ortaya çıktı. Newton'un sentetik geometri yöntemlerini Leibnizci hesabın analitik tarzında yeniden biçimlendirmeye çalışılan bir araştırma dizisinin doruk noktası oldu. Kaynakları Principa'da ortaya konan mekezi güçler fiziğinin çok ötesine uzanıyordu. Jacob Bernoulli, Daniel Bernoulli, Leonard Euler, Alexis Clairant ve Jean d'Alembert gibi kıta yazarları; kısıtlı etkileşim, akışkanlar, elastisiyet, malzemelerin mukavemeti ve makinelerin işleyişindeki sorunları araştırmak için yeni kavramlar ve yöntemler geliştirmişlerdi. Mecanique Analytique, kesin bilimde sonraki araştırmalar için temel bir referans haline gelen dikkate değer bir derleme çalışmasıydı. On sekizinci yüzyıl boyunca, analiz ve algoritmik hesaplama alanını genişletmeye, ileri matematiğin geometrik sezgiye ve diyagramatik yardımcılara bağımlılığını azaltmaya önemli bir vurgu yapıldı. Lagrange'ın yaklaşımının anahtarı, yeni ve hızla gelişen bir matematik dalında, varyasyonlar hesabında saklıydı. Bu konuyu mekaniğe uygularken 1755-1780 döneminde genlleştirilmiş bir koordinat kavramı geliştirdi; Lagrange Denklemleri. İncelemesinin temel aksiyomu, sanal çalışma ilkesinin genelleştirilmesi, selefleri tarafından ele alınan çok sayıda ve çeşitli sorunları araştırmak için birleşik bir bakış açısı sağladı.

Bilimsel incelemeler için alışılmadık bir yöntem olarak Lagrange her bölümde; önce konunun tarihsel gelişimine dair bir bakış açısı izledi. Yalnızca öncelik değerlendirmeleriyle değil, aynı zamanda bilimsel fikirlerin oluşumuna yönelik bir ilgiyle, birkaç yıl sonra kalkülüs üzerine yayımlanan bir kitapta; geçmiş matematiğe olan ilgisi üzerine yorum yaptı. Değeri az görünse de, unutulmuş yöntemlerle ilgili tartışmaların; 'analizin ilerlemesini adım adım izlememize ve karmaşık, dolaylı prosedürlerden, basit ve genel yöntemlerin nasıl doğduğunu görmeye' imkan verdiğini öne sürdü.

Tarihçi Newton Wise; Aydınlanma bilimsel düşüncesindeki 'denge' imgesinin yaygınlığına dikkat çekmiştir. Condillac'ın cebirsel analiz anlayışı, bir denklemin her iki tarafındaki terimlerin dengesini vurgulamıştı. Yüksek hassasiyetli terazi, Priestley, Black ve Lavoisier'nin kimyasal devriminde merkezi bir laboratuvar aracıydı. On sekizinci yüzyıl astronomisinin büyük başarısı olan Lagrange ve Laplace 'ın gezegensel bozulmalar teorisi, güneş sistemindeki çeşitli 'üç cisimli sistemler'in kararlılığını tespit etmekten ibaretti.

Ayrıca Newton'un bilimsel çalışmasının felsefe üzerinde büyük etkisi oldu. Biliminin ampirik doğası, felsefi sistemlerin yaratılmasına taşındı. Örneğin, İngiliz ampirik felsefe okulu Newton'un bilimsel başarılarından gelişti. Biraz farklı bir tarzda, Lagrange'ın çalışması, tüm insan bilgisini kapsayan bir 18. yüzyıl hareketinin önemli bir bölümünü oluşturan felsefi bir programın gerçekleştirilmesidir. Bu geniş hareket, İngilizce konuşulan ülkelerde Aydınlanma olarak bilinir hale geldi. Yaptığımız iddiayı anlamak için bu hareketin önde gelen temsilcisi Jean Ie Rond d' Alembert'in (1717-1783) düşüncesini anlatmak gerekir. D'Alembert, bir bilimin açık ve farklı matematiksel olarak formüle edilmiş doğal fenomen kavramlarından çıkarılması gerektiğini savundu. Ayrıca, ilkeleri mümkün olan en az sayıya indirildiğinde ve metodolojisi daha soyut ve genel hale geldiğinde bir bilimin tam olarak geliştiğini iddia etti. Mecanique'de Lagrange, bu programın ulaşılabilir olduğunu gösterir. Statiği tek bir formüle indirger ve aynısını dinamikler için de yapar. Her iki bilim de tek bir ilkeye, Sanal Çalışma Prensibi'ne dayanır. Lagrange, fenomenleri birbirine bağlayan yasaları daha da vurgular ve fenomenlerin nihai nedenini aramak için hiçbir girişimde bulunmaz.

Lagrange, Mecanique analizini genellikle Akıl Çağı veya Aydınlanma olarak adlandırılan bir çağda yazdı. Newton ve John Locke'un zamanından yaklaşık Lagrange'ın yaşamının sonuna kadar uzanan bir zaman dilimidir. Kabaca söylemek gerekirse, 1675 ile 1805 arasındaki zaman aralığıdır. Bu, tarihte olağanüstü bir dönemdir. Tanrı, tabiat, akıl ve insan gibi birbiriyle ilişkili kavramları kapsadığı için kolay anlaşılamaz. Bu dönemdeki görüş, Doğa'nın doğası gereği basit olduğunu savundu. Entelektüeller, düşünceyi birleştirecek tek bir ilke aradılar. Bu süre zarfında, bir sorunun çözümü, açık ve kesin ilkelerle ispatlanmadıkça tamamlanmış sayılmaz. Farklı ilkelerden yararlanan çeşitli yaklaşımların çözüm sağlayacağı kabul edildi. Açıktır ki, aynı sorunu çözmek için farklı ilkelerin kullanılması aynı sonucu vermelidir. Bu nedenle, bilimin çeşitli ilkeleri, biri doğruysa, geri kalanı matematiksel tümdengelimle türetilebilecek şekilde ilişkilendirilmek zorundaydı. Sonuç olarak, bu dönemde ilkelerin nasıl ilişkili olduğunu göstermeye ve çeşitli ilkeleri tek bir temel ilkeye indirgemeye yönelik bir ilgi vardır. Bu noktada, temel ilkenin deneyimden bağımsız olduğu gösterilebilirse, o zaman doğal fenomenlerin daha derin bir anlayışı bulunabilir. Bu görüşün basit bir örneği, Daniel Bernoulli'nin daha sonra statiğin temel ilkesi olarak alınan şeyin -Kuvvetlerin Bileşimi- deneyimden bağımsız geometrik bir gerçek olduğunu gösterme çabasıdır. Araştırmacılar, yalnızca deneysel gerçeklerin sıralanmasıyla değil, rasyonel bir bilim anlayışıyla da ilgilendiler. Bugün, bilimsel bir ilkenin kökünün deneyimde yattığına inanıyoruz.

Kaynak: Analytique Mecanique /Lagrange

 

1822 'de JV Poncelet (1788-1867) tarafından yazılan kitap; projektif geometrinin özgün pratik arazi geometrisinden bağımsız tam teşekküllü bir matematik disiplini olarak ele alınmasıdır. İcatların yapılabileceği teknik haline geldi ve onsuz makinelerin hatta sanayi devriminin bile mümkün olamayacağı söylenebilir. Her halikarda, 1600'lere gelindiğinde; hiçbir Batı Avrupalı sanatçı doğrusal geometriyi sağlam bir şekilde kavramadan uluslararası ölçekte rekabet etmeyi umud edemezdi.

Kaynak: Perspektif Tarihi

 

18. yüzyılda Newton'un kurduğu mekanik birçok bilim adamı tarafından Calculus öğrenilerek ve yeni formüller geliştirilerek ileriye götürülmüştü. Matematiksel analizlerin ve problemlerin rasyonel mekaniğe uygulanmasıyla klasik mekanik isimli bilim dalı ortaya çıkmıştır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

-Leonard EULER (1707-1783)

 

 

18. yüzyılın başlarında, bir zamanlar Avrasya ticaretinin merkezinde yer alan Semerkand, Buhara, Halep, İstanbul, Venedik ve Floransa gibi şehirler, Avrupalı ​​sömürge güçleri tarafından kurulan deniz limanları merkezli yeni dünya ekonomisi için giderek daha marjinal hale geliyordu. Bu fenomen küreseldi ve Hong Kong, Şanghay, Singapur, Bombay (şimdi Mumbai), Kalküta, Madras (şimdi Chennai), Cape Town, St.-Louis (Senegal), Rio de Janeiro, Buenos Aires, Boston ve New York gibi büyük yeni metropolleri doğurdu. Öyleyse, bu zamanın mimari incelemesinin, bazı alanların sömürgeciliğin modernize edici etkisi altında hızla dönüştüğü, diğerlerinin kolonyal çılgınlığa rağmen hala eski yöntemlere bağlı kaldığı bir dünyayı göstermesi şaşırtıcı değildir.

Bu dönüşüm kargaşası Amerika'da yoğunlaştı. Avrupalılar tarafından fethedilmelerinden iki yüz yıl sonra, Amerika kıtalarının yerli medeniyetleri neredeyse tamamen yok edilmişti. Onların yerine, yepyeni ve devrimci bir servet yaratma sistemi icat edildi - kar için Avrupa'ya geri gönderilebilecek tek bir veya birkaç mahsul yetiştirmek için geniş arazilerin kullanıldığı çiftlik (Haciendas) veya plantasyon. Plantasyon kültürü sadece Amerika'yı dönüştürmekle kalmadı; aynı zamanda köle ticaretini desteklemek için bir altyapının inşa edildiği Afrika'yı da büyük ölçüde etkiledi - kölelerin yakalanmasını kolaylaştırmak için iç sömürü kültürlerinin geliştirilmesi dahil. Kölelik, özellikle 17. yüzyılın sonlarında ırk temelli, kalıtsal bir kurum olarak yasallaştırıldıktan sonra, Amerika'daki ırkçılığın zorlu bölünmelerini ortaya koydu.

Plantasyon ekonomileri, büyük kolonyal zenginlik ve mal akışı, şehir kültürünü kökten yeniden şekillendirdiği Avrupa üzerinde dönüştürücü etkiye sahipti. Sömürge tüccarları kahve, şeker, tütün ve çay ile Avrupa sokaklarını dolaşırken, burjuva apartmanları (veya hôtels), parklar ve tiyatrolar gibi yeni bina türlerinin yanı sıra kahvehaneler (Coffehouses) gibi yeni kentsel kurumlar yarattılar. Bugün pek çok yönden hala var olan bu kent kültürü, burjuvazinin yükselişine vesile oldu ve 18. yüzyılın sonlarında Avrupa Aydınlanmasına yol açan söylemlerin ve mayalanmanın başlangıcıydı. Bugün kahvehane aslında bir dinlenme ve sessiz çalışma yeriyse - belki de zamanımızın kütüphaneleri - geriye dönüp bakıp, kahvehanenin sömürge dünyasının yeni ürünlerini deneyimlemek için bir yenilik ve keşif alanı olarak başladığını görmek ilginçtir.

Zamanın yeni idari mantraları olan rasyonalizasyon ve verimlilik de kültürü etkiledi. Mimaride, antik dönem stillerinin modern amaçlar için devam eden uyarlaması rasyonelleştirmeye tabi tutuldu. Bilim kültürü, özellikle deniz seyrüsefer için gerekli olan astronomi sorularını ileri sürmeye başladı. Akıl - rasyonalizasyonun ötesinde - henüz felsefenin baskın söylemi haline gelmemiş olsa da, fikirleri Galileo ve Copernicus'unki gibi çalışmalarda zaten ele alınmaktaydı. (Observatoire de Paris) Bilime yönelik itici güç, özellikle sürekli yapılması ve güncellenmesi gereken sayısız deniz ve bölgesel haritalar tarafından daha da ileriye götürüldü; sömürge misyonlarının başarısı, doğruluklarına dayanıyordu. Ülkeler yeni kartografik bilgiler hakkındaki bilgilerini dikkatlice korurken, Fransız, Hollandalı ve İngilizlerin ana meridyenin yerini tartışması şaşırtıcı değildir.

Avrupalı ​​üst sınıflar, yeni servetlerini büyük ölçüde yeni ve fantastik saraylar ve benzerleri inşa etmek için harcadılar, en ünlü örnek XIV.Louis’in Versailles'daki fantezisi. Barok'un yaygara ve fırfırları, Avrupa çapında inşa edilmiş sayısız Barok kilise ve manastırda olduğu gibi, bu saraylarda saray tutmaya devam etti. Çar İskender komutasındaki Ruslar, uygun bir liman aramak için Baltık Denizi'ne gittiler. Burada, İngilizler ve Fransızlarla rekabet etmek için büyük bir sömürge kampanyası başlatmak yerine, 1703'te kurulan ve Fransız ve İtalyan Barok emsallerine göre modellenen St. Petersburg adında devasa bir yeni başkent inşa ettiler. St. Petersburg hem kahramanca hem de abartılı bir projeydi, kültürlerini ve bilgilerini sadece büyük bir sistematik aktarım yoluyla ithal ederek daha gelişmiş olarak kabul edilen diğer ülkelerle "yetişmeye" yönelik öz bilinçli bir girişimdi - böylece nedenin yanlış belirtilerini ortaya koyuyordu. Bu tür çabalar, önümüzdeki yıllarda, özellikle sömürge girişimine geç kalmış uluslar tarafından defalarca tekrarlanacaktı.

İngiltere'de, İngiltere Kilisesi'nin yaratılmasıyla ortaya çıkan devrim, 1688'den başlayarak kısa bir süre için monarşinin devrilmesine bile yol açan, Katoliklikten arındırma için radikal Puritan çağrısıyla oynamaya devam etti. Daha sonraki restorasyonu, çoğu Mayflower yolcularının torunlarına katılmak üzere New England'a giden Püritenlerin yargılanmasıyla sonuçlandı. Yeni dünyada, Puritan kiliselerini yenilenmiş bir güçle inşa etmeye çalıştılar, ancak cemaatleri, Rhode Island Providence'ta kendi kolonisini kurmak için ayrılan Roger Williams gibi muhalifleri içeriyordu ve dini hoşgörü temel taşlarından biri oldu. Püritenler, İngiltere Kilisesi taraftarları gibi, daha geniş etik kurallarına uygun olarak, Barok üslup ve jestten ziyade, etki için orantı ve düzene dayanan yeni-Palladyan bir mimarinin sert yorumlarını takip ettiler.

18. yüzyılın başlarında Whigler, İngiliz siyasetinde bir güç olarak ortaya çıktı; İngiliz ticaret genişlemesinin güçlü destekçileri ve anayasal monarşinin savunucularıydılar. Sör Christopher Wren, Whiglerin zamanında, büyük bir yangının ardından neo-Palladyan kiliselerini inşa etti. Dönemin İngiltere Kralı II. Charles'ın isteği doğrultusunda Christopher Wren ve Robert Hooke tarafından, yangının almış olduklarını anmak amacıyla bir anıt tasarlandı ve felaketin başlangıç noktası olan Pudding Sokağı'na yakın bir noktaya dikildi. İngiliz pitoresk bahçesi şimdi - Çin bahçelerinin tasvirlerinden etkilenmiş olsa da - turistik ziyaretçinin deneyimini çevreleyen doğa ile birleştirmeyi amaçlayan dağınık ve düzensiz bir manzara olarak ortaya çıktı. Bu bahçeler, cogito ergo sum (düşünüyorum öyleyse varım) gibi felsefi önermelerle birlikte Aydınlanma’nın özerk öznesinin doğuşundaydı.

Mançu, Çin'in kuzeydoğu sınırından Jurchen Moğollar, büyük bir savaş olmaksızın Ming Çin'i ele geçirdiler ve Qing hanedanını kurdular. Onlarınki hala dünyanın en büyük ekonomisi olmasına rağmen, Qing, para birimini istikrara kavuşturmak için çaresizce gümüşe ihtiyaç duyduklarını çabucak anladı. Ayrıca küçük ve yabancı bir azınlık oldukları için kendilerini yönetici olarak meşrulaştırmaları gerekiyordu. Sadece para birimini istikrara kavuşturmayı başarmakla kalmadılar, aynı zamanda - önce Kangxi İmparatoru'nun ve daha sonra torunu Qianlong İmparatoru'nun yönetimi altında - Konfüçyüsçü ve Çin Han sistemlerini ulus ötesi bir Mançu ile birleştiren bir idari düzen kurmayı da başardılar. Orta Krallık'ın ötesindeki daha geniş dünyanın son derece farkında olan bir perspektif. Zenginlikleriyle Qing, sınırlarını büyük ölçüde genişletti, geniş ve cömert saraylar ve bahçeler inşa etti, yeni şehirler kurdu ve en önemlisi, altyapıyı yeniledi. Ayrıca bina inşaatı hakkında yeni ve kapsamlı bir kılavuz hazırladılar.

 

Kaynak: A Global History of Architecture

     
       
         
FELSEFEDE ARİTMETİK GEOMETRİ ASTRONOMİ SANAT - MÜZİK FİZİK BİYOLOJİ MİMARLIK TARİHİ

- Georg Wilhelm Friedrich HEGEL ’e (1770-1831) göre, bilmek, öğrenmek, düşünmek ve fikir üretmek isteyen kişi, bilginin bugünkü neliğini öğrenmek ile yetinemez. Bütün bu çağlar boyunca, birbirinin ardınca süregelen farklı bulgular, bugünü anlamak, öğrenip, fikir üretebilmek için gereklidir. Kant'ın öne sürdüğü gibi, numenal gerçeklik, yani duyusal olmayan ve hakkında bilgi sahibi olunamayacak dünya yerine, zihnin kendisinin gerçek olduğunu ve sürekli bir değişim süreci içinde olduğunu kabul etmiştir. Hegel de bu gerçeklik, içinde yaşanan dönem ile şekillenen öz-farkındalıkta kendisini gösterir ve kendinin farkındalığında (bilincinde) aşamalı bir ilerme içindedir. Tarih ve Felsefe ilişkisi bu anlamda ortaya çıkar.

Ayrıca 'Felsefenin bilim düzeyine yükseltilmesinin zamanı'ndan söz eden Hegel, 'içinde gerçekliğin var olduğu gerçek şekil ancak onun bilimsel dizgesi olabilir' der ve felsefeyi; 'bilme sevgisi' adını bir yana bırakarak 'edimsel bilme' olabileceği hedefe yaklaştırmaya katkıda bulunmayı amaç edinir.

Kaynak: Tin'in Fenomenolojisi - W.F.Hegel.

-Arthur SCHOPENHAUER (1788-1860) ise Kant'ın noumenal dünyasının bilinemese bile, doğasının anlaşılabileceğini önde sürüyordu. Bu anlamda gerçeği, Schopenhauer'e göre her işin ve varoluşun içindeki kör güç olarak iradeyi, kendi eylemlerimiz ve sanat deneyimlerimiz aracılığı ile bir an için görebileceğimizi iddia etti.

-John Stuart MILL (1806-1873) tümevarınsal mantığı formüle etmiş, çağrışımcı psikolojisini bilgi konusuna da taşımış ve bu alanda, Berkeley'den esinlendiği besbelli olan psikolojik bir idealizm geliştirmiştir. Maddesizciliği seçen Berkeley'den ayrılmış ve dış gerçekliğin varoluşunu kabul ederek, söz konusu nesnel gerçekliği "duyumları mümkün kılan, kalıcı dayanak" olarak tanımlamıştır. Amaç olarak düşündüğü hazlar arasında, öğrenildiği zaman tercih edileceğini iddia ettiği yüksek hazzı (kitap okumak, müzik dinlemek) diğer (hayvani) hazlardan üstün tutmuş, genelin iyiliğini ve refahını temele almıştır. Mill'e göre, tutarlı düşünme ve tartışma toplumsal değişime neden olabilir ve daha fazla insanın mutlu ve tatmin edici bir hayat süreceği daha iyi bir dünya mümkün olabilir.

 

Felsefede sosyolojinin etkisi.

-Auguste COMPTE (1798-1857) sosyoloji ismini öne süren ilk sosyologtur. "Sosyoloji neden diğer bilim dalları gibi bir dal olmasın" tezini savunarak sosyolojinin temelini o zamanlarda attı. Ayrıca felsefede pozitif düşünce üzerine de çalışıyordu. Daha sonraları fizik, gökbilim ve kimya ile de uğraştı. Ayrıca Comte yaşadığı çağda altı temel bilimden söz etmiştir. Bunlar genel, basit ve bağımsız olanlardan özel, karmaşık ve bağımlı olanlara doğru sırasıyla şu şekildedir: Matematik, astronomi, fizik, kimya, fizyoloji ve sosyoloji (sosyal fizik). Sosyolojiyi bunların üstünde görmüştür. Tüm bu fikirlerinin oluşmasında 7 sene sekreterliğini yaptığı Saint Simon'ın etkisi büyüktür. Comte pozitivizm (olguculuk) ile toplumun modernleşeceğini savundu. Comte'un sosyal teorisi bir doğa bilimleri modeline dayanmaktadır. Ona göre "tüm fenomenler değişmez doğa yasalarına tabidir".

-Karl MARX (1818–1883) Hegel 'den, tarihin rastlatısal biçimde ilerlemediği ve bilincin, bilinçli olarak kendini tanıma yolunda ilerlediğini aldı, fakat kendi dönemindeki durumdan çıkarımla bu ilerlemeyi ekonomik nedenler üzerine kurguladı. Max Weber ile birlikte modern Sosyolojiyi başlattıkları kabul edilir. Marx'ın ana ilgi alanı ekonomik ilişkilerdi. Onun görüşüne göre olduğumuz ve olabileceğimiz herşeyi bu ilişkiler biçimlendiriyordu.

 

19. yüzyılda matematiğin en önemli güdülerinden biri diğer alanlara uygulanması olmuştur. Örneğin haritacılık ve Astronominin zorlaması ile küresel trigonometri ve Euklides dışı geometriler, eğri ve yüzeylerin diferansiyel geometrisi; elektrik ve mekaniğin zorlaması ile diferansiyel denklemler, varyasyonlar hesabı, vektör ve vektör analizi, özel fonksiyonlar, sınır-değer problemleri, integral denklemler, kompleks değişkenli fonksiyonlar, dağılma kuramı, fonksiyonel analiz ve bunun gibi konular kızla gelişmiştir. Sanayi toplumları kendi gelişimleri sırasında rastladıkları yeni ve ilginç problemleri çözecek beyinleri yetiştirmeye özen göstermişlerdir.

19. yüzyılın sonuna doğru hızlı bir gelişme görülür. Jean Baptiste Joseph Fourier (1768-1830)'nin ısı konusundaki çalışması 'Theori Analtytique de la Chaleur' (Analytical Theaory of Heat Isının Analitik Kuramı) temel önemdedir; 'Matematikten daha evrensel ve daha basit, hatadan ve belirsizlikten daha uzak, yani doğanın nesneleri arasındaki değişmeyen ilişkileri ifade etmeye daha uygun başka bir dil olamaz... Matematik insan zihninin, yaşamın kısalığını ve duyuların yetersizliğini dengelemek için yaratılmış bir yeteneği gibidir. ~ Joseph Fourier Analitik Isı Kuramı, İlk Ders (1822)'. Fourier ayrıca 1800'li yıllarda bilimsel tarımın avantajlarını göstermek için örnek bir çiftlik başlattı ve toplumun koşullarını iyileştirmek için tasarruf bankaları, sigorta dernekleri, kanallar ve çalışma evlerinin kurulmasını planlayarak hayırsever nitelikte birçok çalışmaya imza attı.

Karesel (kuadratik) ilişkiyi ve tamsayı uyumluluğunu araştıran Carl Friederich Gauss (1777-1855) tüm zamanların en büyük matematikçisi olarak kabul edilir. Onu diferansiyel geometriye ilişkin çalışması devrimseldir. Temel bağlamda Astronomi ve manyetizmaya da katkılarda bulunmuştur. Yine bu yüzyılda Evarise Galois (1811-1832) matematiğe grup kavramını sokmuştur. Lagrange'ın fonksiyonlar üzerine olan çalışmasına dayanan Augustin_Louis Cauchy (1789-1859) 1820 lerde limit kavramını bugünkü kullandığımız şekliyle tanımlamış, özel analizlere ve matematiksel fiziğe kaynaklık edecek çalışmalara 'Exercises d'analyse et de Physique Mathenatique' (Matematiksel Fizik ve Analiz Üzerine Araştırmalar 1840-1847) koyularak kompleks değişkenli fonksiyonlar kuramı çalışmasını başlatmış, bu çalışma Karl Weierstrass (1815-1897) ve Riemann tarafından sürdürülmüştür. Cebirsel geometri Arthur Cayley (1821-1895) tarafından ilerletilmiş; onun matrisleri ve lineer cebir konulu çalışması William Hamilton (1805-1865) ve Hermann Grassmann (1809-1877) tarafından tamamlanmıştır. 19. Yüzyılın sonunda Rus kökenli Alman metamtikçi Georg Ferdinand Ludwig Philipp Cantor (1845-1918) hemen hemen tek başına küme kuramını bulmuş, onun sayısal kavramsal analizine Richard Dedekind (1831-1916) ve Karl Weierstrass'ın irrasyonel sayılar konulu ara çalışması ekleniştir. Kümeler kuramının babası Georg Cantor, sonsuzun tek değil çok sayıda olduğunu söylemiş ve çok tepki çekmiştir. Ona göre sonsuz kümeler, kendi aralarında, sonsuzluklarına göre çeşitli sınıflara ayrılabilirler ve böylelikle de ortaya sayısız 'sonsuz küme' sınıfları çıkabilir. 19. yüzyılda Georg Cantor'un 'sonsuz' kavramını matematiğe sokması, Tanrı'nın işine karışmak gibi algılanarak tutucu çevrelerde tepki ile karşılanmıştır; çünkü yalnızca Tanrı bu kavrama uygun düşüyordu ve başka sonsuz olamazdı. Cantor, sonsuz kümeler tanımının çok daha ötesine giderek tümüyle yeni; 'sonlu ötesi sayılar' aritmetiğini de geliştirmiştir. Cantor'un 1870 de yazmaya başladığı 'Beitrage zur Bergründung der transifiniten Mengenlehre' (Sonlu ötesi kuamının Temellendirilmesine Katkılar 1895-1897) adlı eseri, sonsuzluğun Eski Yunan filozofu Andrea'lı Demokritos'la başlayan tarihin yeniden gözden geçirilişidir. Bundan yola çıkarak, kümeler kuramına dayanan yepyeni matematik dalı geliştirmiştir. Ancak bu tepkiler aşılmış ve günümüz geometrisi sonsuz boyutlu uzaylarla boğuşur hale gelmiştir. Matematiksel Fiziğin ve Matematiksel Astronominin gereksinimlerine yönelik analizler yürütülmüştür. Simetri özelliklerini araştıran Norveçli matematikçi Sophus Lie'nin (1842-1899) diferansiyel denklemler üzerine çalışması, topolojik gruplar ve diferansiyel topoloji çalışmalarına yol açmıştır. James Clerk Maxwell (1831-1879) matematiksel analizin matematiksel fiziğe uygulanmasını devrimleştirmiştir. İstatistiksel mekanik Maxwell, Ludwig Boltzmann (1844-1906) ve Josiah Williard Gibbs (1839-1903) tarafından geliştirilmiştir. İntegral denklemlerin incelenmesi, elektrostatik bilimi ve potansiyel kuramı konulu çalışmaları şekillendirmiştir. Erik Ivar Fredholm'un (1866-1927) çalışması, David Halbert'e (1862-1943) yön vererek fonksiyonel analizin gelişmesine yol açmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

-Julius Plücker (1801-1868) analitik geometride, Jacob Steiner (1796-1863) ise sentetik geometride (Analitik geometriden farklı olarak, geometrik şekilleri bir araya gelmiş noktalar kümesi olarak değil, basbayağı şekil olarak gören geometri yaklaşımı. Bir düzlem üzerinde bulunan iki nokta arasındaki uzaklığı bulmanız istendiğinde, bu iki noktayı birleştiren doğru parçasının uzunluğunu verecek bir denklem kuruyorsanız yaptığınız şey analitik geometri, elinize cetvel alıp ölçüyorsanız, sentetik geometridir.) temel çalışmalar yapmışlardır. Rus matematikçi Nikolai Ivanovich Lobachevski (1793-1856) ile Macar matematikçi Janos ( Johan) Bolyai (1802-1860) tarafından geliştirilen Euklides dışı geometri, Georg Friederich Bernhard Riemann (1826-1866) tarafından geometrinin karakterizasyonunda değerlendirilmiştir. Alışılmışların dışına çıkarak, Öklid'i olmayan geometriyi kurduğu için, Lobachevski'ye geometrinin Kopernik'i denmiştir. Euklides geometrisinin 'Bir doğruya, dışındaki bir noktadan yalnızca tek bir paralel çizilebilir' ve 'Bir üçgenin iç açıları toplamı 180 derecedir.' şeklindeki postulatlarına karşılık Euklides dışı geometrilerden Lobachevski Geometrisinde; 'Bir doğruya dışındaki bir noktadan pek çok paralel çizilebilir.' ve 'Bir üçgenin iç açıları toplamı 180 dereceden küçüktür.' önermeleri, Riemann Geometrisinde ise; 'Bir doğruya dışındaki bir noktadan paralel çizilemez.' ve 'Bir üçgenin iç açıları toplamı 180 dereceden büyüktür.' önermeleri geçerlidir. Bu geometrilerin biribirleriyle ilişkisini gösteren matematikçi Felix Christian Klein (1849-1925); 'Sıfır eğilimli bir yüzeyi işaret eden Euklides geometrisinin, negatif eğilimli bir yüzeyi (örneğin küre içini) işaret eden Lobachevski geometrisi ile pozitif eğimli bir yüzeyi (örneğin küre dışını) işaret eden Riemann geometrisinin arasında yer aldığını; başka bir deyişle parabolik geometri olan Euklides geometrisinin, hiperbolik geometri olan Lobachevski geometrisi ile eliptik geometri olan Riemann geometrisinin limiti olduğunu belirtmiş, 'Klein Şişesi' adı verilen önemli topolojik yapılanmayı ortaya koymuştur. 'Klein Şişesi' tek yüzeyli bir yapı olup iç ve dış diye iki ayrı yüzeyi yoktur; bu nedenle 'Klein Şişesi' içine su doldurmak mümkün değildir, dökülür. Üzerinde yaşadığımız dünyada pratik ölçeklerdeki boyutlarda Euklides geometrisi geçerli iken evrensel boyutlarda geçerliliğini yitirmektedir. Albert Einstein (1789-1955) Görelilik Kuramını'nın ve Çağdaş Evren Modellerinn temellerini oluşutrurken Riemann geometrisini kullanmıştır. Karesel (kuadratik) ilişkiyi ve tamsayı uyumluluğunu araştıran Carl Friederich Gauss (1777-1855) tüm zamanların en büyük matematikçisi olarak kabul edilir. Onu diferansiyel geometriye ilişkin çalışması devrimseldir. Temel bağlamda Astronomi ve manyetizmaya da katkılarda bulunmuştur.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

Astronomi 19. ve özellikle 20. yüzyılda baş döndürücü bir hızla ilerlemiştir. Yakın zamanlardaki keşif ve gelişmelerle ilgili olarak şunlar söylenebilir:

-Teleskopların geliştirilmiş olmasının yanı sıra, diğer bilim dallarındaki ilerlemelerin de gök bilimine yardımcı olmaları sayesinde, evrenin gizleri bir bir açığa çıkmaktadır.

-Astronomideki en önemli gelişmelerden biri, tayf ölçümü de denilen spektroskopinin (maddelerin ışıkla olan etkileşimlerini anlamaya çalışma, maddelerin soğurduğu ve yaydığı ışığı, yani elektromanyetik dalgaları saptayarak maddenin yapısı hakkında sonuçlara varma tekniği) yani yıldız ışığının elektromanyetik spektral analizine başlanmış olmasıdır.

-Diğer yıldızların ışıklarının analizi, bu yıldızların ışığının temelde Güneş’in ışığından farksız olduğunu, fakat yıldızlar arasında sıcaklık, kütle ve boyut bakımından son derece büyük farklılıklar bulunduğunu göstermiştir.

-20. yüzyılın başında diğer galaksilerden ayrı bir birim olarak galaksimizin varlığı kanıtlanabilmiştir.

-Ardından Hubble yasası ile evrenin bir genişleme içinde olduğu saptanmıştır; galaksiler giderek birbirinden uzaklaşmaktadır.

-Kozmolojik termik ışıma (fosil ışıması) ve kimyasal elementler ve izotoplarının maddeden ayrılmasını açıklayan farklı nükleosentez teorileriyle büyük ölçüde astronomi ve fiziğe dayalı olan Büyük Patlama kuramı yoluyla kozmoloji özellikle 20. yüzyılda büyük gelişmeler göstermiştir.

-20. yüzyılın bu alandaki son gelişmeleri olarak, radyoteleskoplarınradyoastronominin, modern bildirişim araçlarının ortaya çıkması sayılabilir. Bunlar sayesinde, elektromanyetik dalgalarla uzayı aşan parçacıkların spektroskopik analizi yapılabilmiş ve böylece uzak gök cisimleri üzerinde yeni deney türleri olanaklı hale gelmiştir.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Astronomi

 

Erwin Parfonsky (1892-1968) nin işaret edeceği gibi (Perspective As Symbolic Form- New York- Zone Books-1991) perspektif yalnızca görsel gerçekliğin doğrudan bir kopyası değil ancak daha geniş kültürel amaçlardan kaynaklanan bir temsil biçimidir.

Kaynak: Perspektif Tarihi

20. yüzyıl sanat tarihi, bitip tükenmeyen sanatsal arayışların yüzyılı olmuştur. Bu yüzden İzlenimcilik, Dışavurumculuk, Fovizm, Kübizmi Dadaizm, Gerçeküztücülük gibi akımların parametreleri, icad edildikleri yıllardan çok öteye gidemediyse de sonra gelen akımları etkiledi. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Modernizm, kültüre hakim olmuş ve Theodor W. Adorno'nun 1970 yılında yayınlanan Estetik Teorisi kitabının açılış cümlesinde yazdığı gibi, "artık sorgulamadan kabul edilen şey, sanata hakkında hiçbir şeyin, ne sanatın kendisinin, ne sanatın dünya ile ilişkisinin, ne de sanatın var olma hakkının, sorgulamadan kabul edilemeyeceği." Relativizm, kaçınılmaz bir gerçeklik olarak kabul edilmiş, bu da çağdaş sanat ve postmodern eleştiri dönemini başlatmıştı.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanat

Alessandro Volta kendi ismini verdiği pili bulmuştur. Bu sayede elektrik akımının yönü de keşfedilmiştir. Ertesi yıl Thomas Young ışığın dalga biçiminde davrandığını Augustin-Jean Frensel'in prensiplerine ve çalışmalarına dayandırarak açıklamıştır. 1813 yılında ise Peter Ewart "on the measure of moving force" isimli çalışmasında enerjinin korunduğunu ifade etmiştir. 1820 yılında Hans Christian Orsted elektrik akımı taşıyan iletkenlerin birbirlerine manyetik kuvvet uyguladığını ifade ettikten bir hafta sonra, Andre Manie Ampere iki paralel elektrik akımının birbirlerine kuvvet uyguladığını ifade etmiştir. 1821'de William Hamilton, Hamilton'un karakteristik fonksiyonlarını analiz etmeye başlamıştır. Aynı senede Michael Faraday elektrik ile çalışan motorları yapmıştır. 1826'da George Ohm voltaj, akım ve direnç kavramlarının birbirleriyle olan ilişkisini ifade etmiştir. Bir yıl sonra botanikçi Robert Brown Brownian hareketini bulmuştur. Bu harekete göre sudaki küçük tanecikler sudaki çok hızlı hareket eden atomlar ve moleküller tarafından bombardıman ediliyordu. 1931 yılında Faraday (Henry'den bağımsız olarak) elektrik potansiyel ve manyetizmaya ters olan bir etki keşfetti. Bu etkiye elektromanyetik yükleme deniliyordu.

Bu keşif elektrik motorunun ve elektrik jeneratörün temelini oluşturuyordu. 1834 yılında Carl Jacobi kendi başına hareket eden ellipsoidleri keşfetti. 1834 yılında John Russell sabit bir düzlemde suyun derinliğine bağlı olarak sudaki dalgaların frekanslarını ve hızlarını keşfetti. 1835'te ise William Hamilton, Hamilton'un doğrulanabilir hareket denklemini keşfetti. Takip eden yıllarda Gaspard Coriolis'e "Water Wheel" teoreminin mekanik olarak verimini hesapladı ve Coriolis olayı olarak bilim tarihine geçmiştir. 1841 yılında Julius Robert von Mayer amatör bilim adamı olarak enerjinin korunumu hakkında eserler bırakmış fakat akademik olarak eksik olduğu için çalışması reddedilmiştir. 1842 yılında Christian DopplerDoppler olayını ifade etmiştir. 1847 yılında Hermann von Helmheltz enerjinin korunumunu ifade etmiştir. 1851 yılında ise Leon Foucault Dünyanın dönüşünü büyük bir sarkaçla açıklamıştır. (Foucault sarkacı)

Bu yüzyılın ilk yarısından itibaren mekanik alanında çeşitli ilerlemeler yapılmıştır. Katıların esnekliği hakkındaki formüller ve sıvılar için Navier–Stoke denklemleri bunlardan bazılarıdır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Fizik_tarihi

Farmasötik Kimyanın Gelişimi

19. yüzyılın başlangıcı, modernitenin ortaya çıkışında bir dönüm noktasıydı. 1800 yılında, dünyanın zenginliği yaklaşık olarak bin yıl öncesine kadar aynıydı; Çin’in zenginliği tüm Batı dünyasından daha fazlaydı; ve dünya nüfusunun yüzde 2'sinden azı şehirlerde yaşıyordu. Bugün, iki asırdan biraz daha uzun bir süre sonra, dünyanın serveti altı kattan fazla arttı; Batı'nın bu servetteki payı neredeyse yüzde 75'tir; ve dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 50'si şehirlerde yaşıyor.

1800 civarında önemli olaylar bu radikal dönüşümü serbest bıraktı. Avrupa Aydınlanması, özellikle doğa, bilim, akıl ve eşitlikçilik üzerindeki vurgusu, sömürge dünyasında dolaştı ve sonunda küresel hayal gücünü ele geçirdi. İki büyük toplumsal devrim - Amerikan ve Fransızlar - Aydınlanma'yı politik biçime çevirdi. Yeni yolu çizen yeni demokrasiler yarattı. Bu da monarşik kurumu, her ne kadar dolambaçlı ve düzensiz olsa da, ulus-devlet (nasyonalizm) ile değiştirdi. Ve hepsinin merkezinde, Sanayi Devrimi, özellikle de çırçır makinesinin icadı, küresel bir ticari ekonomiyi, tüketici mallarını küresel ekonomik sistemin yeni odağı yapan bir seri imalat sanayi ekonomisine dönüştürdü. Bunun daha küçük sonuçlarından biri; bir küresel inşaat patlaması ve bununla birlikte mimarinin amaçları ve biçimleri ile ilgili yeni bir duyarlılığın sürekli olarak ortaya çıkışııydı.

Ama bu hala gelecekti; kendi zamanında tüm bu dönüşüm daha aşamalıydı ve çelişkilerle doluydu. Avrupa hâlâ öncelikli olarak uzak küresel topraklardan servet biriktirmeye yönelmişti; kendi tarihsel kimliği henüz süreksiz olaylara dayanıyordu ve açık kader duygusu daha yeni ortaya çıkmaya başladı. Dolayısıyla, örneğin, eşitlikçilik çağrısı, köleliğin ve sömürgeciliğin savunmasıyla birlikte yaşadı: Jefferson’un Virginia’daki evi, hem bir Neoklasik ütopyacılık modeli hem de bir kölelik alanıydı. Aydınlanma, ideal ile gerçeklik arasındaki çatlakların bir sonucu olarak, yavaştı. Demokrasilerin kurulması endişe ve belirsizlikle karşılandı, çoğu ülke temsili demokrasi ile imtiyazlıların yönetiminin devamı arasında bir denge arıyordu. Napolyon, Fransız Devrimi'nin ideallerini yaymak için savaştı, ancak aynı zamanda kendisini hükümdar olarak taçlandırdı. ABD Anayasası, Temsilciler Meclisi'ni Senato ve Yüksek Mahkeme ile dengelemeye çalıştı; İngiltere ve Prusya, monarşiyi Aydınlanma ideallerine uyarlayarak devrime karşı çıkmak için çok çalıştılar.

Aydınlanma ütopyacılığı, aristokratik ayrıcalığın süregelen gelenekleri tarafından, doğrudan seçilmese bile, genellikle hafifletildi. Bu, genellikle Neoklasik olarak bilinen bir mimari üretti, tarihi birçok dönüş aldı ve bazı durumlarda daha muhafazakar duruşlara doğru geri çekilindi. Bununla birlikte, Fransız mimarlar Claude Nicholas Ledoux ve Étienne-Louis Boullée tarafından izlenenler gibi daha güçlü ve katı bir Neoklasizmin izleri 1800'den itibaren tüm Avrupa'da bulunabilir. Rönesans döneminde kayıp bir geçmişten yeniden öğrenme arayışı olarak başlayan klasisizm, şimdi kökleri Avrupa merkezcilik olarak cezalandırılan ayrıcalıklı bir kültürel zorunluluğun iddiası olarak ortaya çıktı. 1829'da Yunanistan'ın Osmanlı işgalinden kurtarılması, yalnızca Amerika Birleşik Devletleri'nde değil, Almanya ve İskoçya'da ve İngiliz Hindistan'ında da güçlü bir yeni-Yunan hareketi doğurdu. Mimarlar, Barok mimarisinin zevk aldığı formların kasıtlı oyununu değil, orijinal klasik deyimlerin mantıklı ve ilkeli bir yeniden canlanmasını vurgulamaya başladılar.

Klasisizmle rekabet ederek, doğaya ve klasik olmayan mirasa, yani Gotik'e yeni bir ilgi ortaya çıktı. Romantikler, özellikle İngiltere'de, daha spesifik bir İngiliz mirasını tanımlama arayışında geçmişten alternatif anlatılar aradılar. Beowulf'un ilk olarak 1818'de, tek bir el yazmasında "keşfi", iki yüzyıl boyunca bilim adamlarının koleksiyonlarında görmezden gelinen bir merak olarak kaldıktan sonra, kısa sürede bir İngiliz ulusal destanı olarak görülmeye başlandı. Protestan Prusya İmparatorluğu'nun başkenti Berlin'de, Goethe ve Schiller'in beğenilerinden etkilenen mimar Karl Friedrich Schinkel (1781–1841), milliyetçiliğin bir ifadesi olarak daha katı bir klasisizm yaratmaya çalıştı. Alman Romantik hareketi, doğayı ilahi olanın bir tezahürü olarak tasavvur etti. Ressam Caspar David Friedrich, mistisizm ile melankoli ve yalnızlık duygusu arasında gidip gelen meditatif manzaralar yarattı. Goethe ve Schiller, milliyetçiliği eski Yunanistan'ın ideallerine bağlayarak Alman hareketine, siyasi kurumların ve sosyal düzenlemelerin idealleştirilmesini vurgulayan Fransa milliyetçiliğinden farklı bir tenor verdi. Ve Amerika Birleşik Devletleri'nde, beyefendi mimar Thomas Jefferson, erişebildiği en iyi klasik bilgilere dayanarak Virginia'da bir üniversite tasarlarken, Charles Pierre L'Enfant, Washington DC'de dünyanın ilk modern demokratik cumhuriyetinin başkentini düzenledi. Güçler dengesi fikri ile kentsel gösteriyi birleştirmek için eksenel planlamayı kullanan kentsel vizyon.

Aynı zamanda klasisizm, mimari için her zaman -doğada, ilkel medeniyetlerde veya evrensel "bilim" de- daha saf kökenleri arayan daha keskin eleştirilerle karşı karşıya kaldı. Fransız Cizvit rahibi Marc Antoine Laugier, siyaset filozofu Jean-Jacques Rousseau'nun teorik iddialarını yeni bir mimari teoriye dönüştürdü. Mimari çevrelerde tüm bunlar, 1753'te Marc-Antoine Laugier'in Essai sur l'architecture adlı eserinin yayınlanmasıyla ortaya çıktı. 1775'te İngilizceye çevrildiğinde, mimari üretimin doğası hakkındaki tartışmaların bir parlama noktasıydı.Doğa insanı asil yaptıysa, Laugier için bu asaleti temsil eden Amerika'nın "vahşileriydi". Diğer "gerçeklikler" de arandı; J. L. Durand (Jean-Nicolas-Louis Durand (1760–1834), Étienne-Louis Boullée'nin öğrencisi ve École Polytechnique'de (1794'te kurulmuş) profesör, çalışmaları bir nesilden fazla etkili bir ton oluşturur.), onları ayrıcalıklı başlangıç ​​noktaları olarak kabul etmek yerine, çağdaş mimari ile klasik antik çağ arasındaki tarihsel ilişkiye standart Neoklasik vurguyu reddetti ve bunun yerine klasik antik çağın bile ebedi geometri ilkelerine göre düzenlenmesi gerektiğini savundu.(Durand'ın ilk olarak 1802'de yayınlanan kitabı Précis, yarım asır, tüm Avrupa'da kullanılan bir referans kitap haline geldi.) Geleceğin kendisini yansıttığı zemin olarak Picturesque ve Romantic tarih mefhumlarından farklı olarak Durand’ın mimarisi çarpıcı bir şekilde “modern” idi ve programın devletin hizmetindeki önceliğinde ısrar ediyordu. Eugène-Emmanuel Viollet-le-Duc, çeliği açık bir malzeme olarak kullanan ilk kişi olurken, Étienne-Louis Boullée, Isaac Newton gibi akıl adamlarının düşüncelerini somutlaştıran bir dizi teorik çalışma yayınladı.

Amerikan Devrimi'nin ardından Orta ve Güney Amerika'daki Latin Amerika kolonileri de bağımsızlık ilan etmeye başladı. Fransızlara karşı başarısız Haitili köle devrimi (1791-1804) bir ilkti ve zamanının çok ilerisindeydi. Napolyon 1808'de İspanya ve Portekiz'i işgal ettiğinde, Latin Amerika kolonileri Latin Amerika bağımsızlık hareketine biraz ivme kazandırmak için bu fırsatı kullandı. Portekiz monarşisi, Portekiz'in Napolyon tarafından işgali sırasında Brezilya'ya taşındı. Mahkeme Lizbon'a döndükten sonra, Brezilya'da kalan genel vali 1822'de bağımsızlığını başarılı bir şekilde ilan etti. Bununla birlikte, genel olarak, Latin Amerika'nın ulus devletlere geçişi çalkantılıydı ve bir dizi uzun süre önce neredeyse yarım yüzyıl alacaktı. iç savaşlar, istikrarlı yönetimlerin kurulmasına izin verecek kadar yerleşti. Yirmi yıl boyunca bu eski koloniler başarısızlıkla birleşik bir federasyon kurmaya çalıştılar. Sonunda, bugünün Güney Amerika'sının ayrı uluslarına yerleştiler.

ABD Bağımsızlık ve Anayasa Bildirgesi yazıldığında, yazarları, tüm idealizmleriyle, muhtemelen köleliğin düşüşte olduğuna ve doğal bir şekilde biteceğine inanıyorlardı. Tütün tarlaları aşırı kullanımdan tükendi, köle isyanları yaygındı ve plantasyon genişletmeleri için finansman gittikçe azaldı. Yeni basılan Birleşik Devletler'in tarıma dayalı zenginliğinin çoğunluğunu oluşturan Güney eyaletleriyle yüzleşmek istemeyen Kurucu Babalar, kölelik konusunu tarihin insafına bıraktılar. Ve tarihin de göstereceği gibi, güç için suya, kömüre ve buhara güvenmek zorunda kalan Sanayi Devrimi, köleliğin ekonomik değerini daha önce hiç olmadığı kadar canlandırdı. Ham pamuğa olan talep hızla artarken, Amerika'nın Güneyindeki köle tarlaları zenginleşti. Manchester ve Liverpool gibi İngiltere'nin en eski endüstriyel üretim şehirlerinde bile medeniyet, kırsal tarımın sonunu işaret eden yeni bir endüstriyel işçi sınıfı kültürü yarattı. Sanayileşme ile birlikte endüstriyel altyapılar - hepsi eldeki en yakın malzemeler kullanılarak, hizmet hızına ve boyutuna göre inşa edilen fabrikalar, limanlar, depolar ve tersaneler - ve kentsel vatandaşlıkla başa çıkmak için tasarlanmış ilk kamu kurumları geldi: hastaneler, hapishaneler ve akıl hastaneleri.

Düşünce, siyasal düzen ve ekonomik üretimdeki bu temel dönüşümün ortasında, Avrupalı ​​güçler, daha önce hiç görülmemiş türden bir kolonyal genişleme projesini de başlattılar. Yolu İngiltere açtı. Amerika'nın bağımsızlığa “kaybı”, her şeyden önce, İngiliz tüccarların artık tekelci haklardan yararlanmadıkları ve Amerikan ürünleri için piyasa fiyatı ödemek zorunda oldukları anlamına geliyordu. Bu hala oldukça geçerli bir teklif olsa da, İngiliz hükümeti Amerika kayıplarını telafi etmek için Eski Dünya'da agresif bir genişleme politikasına karar verdi. Batı Avrupalı ​​güçlerin baharat ticaretinde Osmanlı ve kuzey İtalya'nın boğulmasına alternatifler aradıkları ilk sömürgecilik döneminden farklı olarak; şimdi, 18. yüzyılın sonlarında, Avrupalı ​​güçler yükselişteydi, Amerikan kolonilerindeki plantasyon ticaretinden elde edilen zenginlikle aynı hizadaydı ve Sanayi Devrimi tarafından destekleniyorlardı. Özellikle İngiliz savaş gemileri, derin okyanusları büyük ölçüde tartışmasız seyretti. Zamanın büyük kolonyal öyküsü, İngilizlerin, iki yüzyıl boyunca yalnızca kıyı limanları inşa etmeyi denedikten ve başardıktan sonra, birkaç on yıl içinde Hint alt kıtasının çoğunu ele geçirebildikleri beklenmedik kolaylıktı. Babür İmparatorluğu geriledikçe, İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin memurları giderek daha cesur hale geldi ve yerel yöneticilerle karşılaşmalarında olağanüstü başarılar bulmaya başladı. Bütün bunlar tam olarak İngiliz kuvvetlerinin ana kadroları George Washington’un devrimci güçleri tarafından Fransızların da yardımıyla defalarca yenilgiye uğratıldığında gerçekleşti. İki ordunun zıt performansları İngiliz halkının hayal gücüne sahipti ve İngiliz hükümeti, Hindistan'ı Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı bir sömürge olarak geliştirmeye karar verdi. 1773'te Kraliyet, özel İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin faaliyetlerini denetlemek için Hindistan'ın ilk resmi genel valisini atadı ve bununla birlikte, saldırgan bir tutumun peşinde koşarken, Aydınlanmanın sözde en iyisini Hindistan'a getirme çabası olan Raj'ı başlattı. İngiliz değirmeni ve ticaret hedeflerini beslemek için ticaret politikası. Bir zamanlar bir bataklık olan Kalküta (şimdi Kolkata), İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin yeni keşfedilen zenginliği tarafından, sıvalı kolonyal hükümet yapıları ve konaklar inşa ederek Londra ile rekabet etmeye çalışan devasa bir liman kentine dönüştürüldü.

Bu arada Doğu Asya, özellikle Çin, ekonomik olarak ilerlemeye devam etti. Qing hanedanı yönetimindeki Çin, Tibet, Türkistan ve Moğolistan'ı fethederek sınırlarını eski usul şekilde genişletti. Boyut, nüfus, üretim ve ham zenginlik bakımından eşi benzeri yoktu. Cesur düşünen hükümdarı Qianlong İmparatoru, Hint kökenli chakravartin ideali etrafında birleşmiş bir pan-Asya imparatorluğu yaratmayı hedefliyordu. Birkaç din ve dilin resmi olduğunu ilan etti. (Napolyon da Fransız Devrimi'nden sonra aynısını yaptı.) Qianlong İmparatoru'nun yeni başkenti Chengde'yi inşa ederken kasıtlı olarak taklidi kullanması, pan-Asya dünyasının merkezi olarak, Çin vizyonu oluşturmanın ideolojik yeniliğinden kaynaklanıyordu. Ayrıca, 5 milyondan fazla Çinli köylünün Sichuan Eyaletine taşınmasını içeren büyük bir tarım reformu politikası gerçekleştirdi. Çinli köylü, zamanına göre teknolojik olarak ilerlemişti ve son derece hareketliydi, klişeleşmiş taşralı Batılı çiftçi kadar toprağına bağlı değildi. Yüzyılın sonlarında Çin gelecek Batı'da stereotipik olarak geleneğe bağlı ve can çekişen olarak görülüyordu, ancak 1800'de Çin hala küresel kıskançlığın hedefiydi.

Çin, Avrupa ve Avrupa kontrolündeki kolonilerin dışında, mimari olarak gelişmeye devam eden ancak çok farklı şekillerde olan iki alan daha vardı: Japonya ve Tayland. Japonya'da, Çin'deki gümüş akışının neden olduğu tahribata tanık olan Tokugawa şogunları, genişleyen kolonyal dünyanın erişimini katı bir şekilde düzenlemeyi amaçladılar; Nagasaki limanına yalnızca bazı Çin ve ara sıra Avrupa gemilerinin girmesine izin verildi. Aynı zamanda, Shogunate Japan, Kabuki tiyatrosu için orta sınıfın “modern” mimarisini geliştirerek, kendisini dahili olarak dönüştürmeye çalıştı. Asla sömürgeleştirilmemiş olan Tayland, tam tersine, ödünç alınan unsurları bölgesel olarak geliştirilmiş uygulama biçimleri içinde birleştirerek Batı etkisine kendini açmaktan fazlasıyla istekliydi. Bu anlamda, 19. yüzyıl şehirciliğinin hikayesi yalnızca Washington, DC gibi yeni şehirleri ve Berlin, Londra, Paris, Dublin ve Atina gibi eski şehirlerin yeniden tasarlanmasını içermemelidir; aynı zamanda, ne Avrupalılar tarafından kolonileştirilmiş ne de gelenek adına kapatılmış bir şehirde modern Güneydoğu Asya mimarisine bir bakış sağlayan Tayland'ın yeni kurulan başkenti Bangkok.

Napolyon, Avrupa'daki Yahudileri ilk kurtaran oldu. Bununla ve çeşitli Yahudi reform hareketlerinin kurulmasıyla birlikte, uzun süredir bastırılmış bir faaliyet olan sinagoglar inşa etmek için küresel bir hareket ortaya çıktı.

Kaynak: A Global History of Architecture

     
       
         
FESLEFEDE PSİKOLOJİZM             MİMARLIK TARİHİ

Felsefede Psikolojinin etkili olmaya başladığı dönem. 19. yy sonu ve 20. yy başında Kıta Avrupası felsefesinde önemli bir yer tutan psikolojizm, en geniş anlamıyla mantık ilkelerini, metafiziği, epistemolojiyi ve hatta etiği, özetle tüm felsefi kavram ve sorunları kapsayacak şekilde bu kavram ve sorunların temelini ve de çözümünü öznel psikolojik deneyimlerde arayan felsefi yaklaşımdır. Bu kuram, John Locke tarafından kurulup daha sonra içeriği David Hume ve John Stuart Mill gibi psikolojistler tarafından genişletildiği için, bu kuramın kökeninin İngiliz empirizmine dayandığını söylemek mümkündür.

-William JAMES (1842-1910) On yıl kadar süren, uzun bir araştırma sonucunda yazdığı "Psikoloji’nin İlkeleri" adlı kitabı psikoloji tarihi için büyük bir öneme sahiptir. Yapısalcı görüşdeki psikologların işlevselcilik ekolüne doğru yönelmesinde neden olmuştur. Zihnin biyolojik temelini vurgulayan James, bilincin sürekliliğine dikkat çekmiştir. Benlik kavramı, benlik saygısı ve özgür irade konularında önemli fikirler ortaya atan James, James Lange kuramı ile bilincin davranış ile kendini kontrol edebileceğini açıklamaya çalışmıştır. Felsefede, bilgi kuramı ile ilgilenmiş; pratiği ve uygulamayı teorinin önüne koymuştur yani daha mühim olduğunu düşünür.Pratiği olan şeyi gerçek olarak kabul eder.

-Friederich NIETZSCHE (1844-1900) genç yaşta öğrendiği Yunan ve Roma kültürünün etkisiyle felsefeye yönelmiş, Apollon-Dyonysos ikilemini temel almış, gerçeğin değerini ve nesnelliğini sorgulamıştır. Kıta felsefesi gelenğinde varoluşçuluk, postmodernizm ve postyapısalcılık da etkisini gösteren düşünceleri, Immanuel Kant'ın aksine, akılcılığın tersine, insani değerleri şekillendirmede duyguların ve irrasyonel güçlerin etkili olduğunu iddia etmiştir.

-Edmund Gustav Albrecht HUSSERL (1859–1938) Psikolojizm genel anlamıyla psikolojiyi temel bilim haline getirerek, doğal dünyadaki olayları psikolojik perspektiften ele alır ve felsefi problemleri de psikolojinin çözmesi gereken sorunlar olarak görür. Felsefi kavramların psikolojik analize indirgenmesi sonucunda, felsefi problemlerinde psikolojik yolla çözülebileceğine inanılır. Buna ilave olarak mantıkta özellikle insanın duyusal tarafını vurgulayarak mantıksal ve psikolojik önermeler ile bir özdeşlik kurma durumudur. Kısaca psikolojizm tüm felsefi kavramları ve ortaya çıkan sorunların temellerini öznel psikolojik deneyimlerde aramaya çalışan felsefi düşüncedir. Husserl, psikolojik çağrışımların ortaya koyduğu psikolojizmi felsefenin evrensel olmasını engelleyen aktör olarak vurgulamıştır. Husserl ise olayı epistemolojik ve transendental olarak ele alır. Husserl için bir başka durum da felsefeyi bir bilim olarak ele almasıdır. Felsefeyi zihne verilmiş olan özlerin tasvir edilmesinin bilimi olarak gören Husserl için zihne verilmiş olan varlığın özünü kavramak önemli bir noktadır. Özgül bir felsefe disiplini olarak Fenomenoloji'nin kurucusu Husserl'dir. Heidegger, Merleau-Ponty ve Sartre gibi varoluşçu felsefecileri derinden etkilemiş olmanın yanı sıra, daha sonradan Foucault ve Jacques Derrida gibi yirminci yüzyılın ikinci yarısında etkilerini hissettiren felsefecilerin düşüncesinde de önemli bir rol oynayacaktır. Husserl'in 'Kesin Bilim Olarak Felsefe' incelemesinde, düşünsel ve bilimsel ilerleme, insanın düşünce dünyasında bir 'olgunluk' olarak da telafuz edilir.

-Sigmund FREUD (1856-1939) kariyerine sinirbilimci olarak başlamış bir psikiyiatri uzmanıdır. Psikanalizi başlatan Freud, 'serbest çağrışım' tedavi yöntemi ile zihnimizi etkileyen bilinç dışı arzu ve istekleri araştırmaya koyuldu. Bu araştırmaları sonucunda ortaya çıkardığını iddia ettiği bulgular, herkes tarafından bilimsel olduğu kabul edilmese de; Descartes'tan sonra ilk defa, zihnin bilinç dışı etkinlikleri olabileceği bakış açısını getirdi.

-Henri-Louis BERGSON (1859-1941) birçok düşünürü, gerçekliği kavramak için sezgi süreçlerinin soyut rasyonalizm ve bilimden daha anlamlı olduğuna ikna etmiştir. Bergson, Almanya'da doğup gelişmiş olan idealist felsefenin Fransa'daki temsilcisi olarak tanınır. Aynı zamanda, süreç felsefesi adı verilen felsefe türünün de en önemli temsilcilerinden olan Bergson, pozitivizmin ya da oldukça dar bir çerçeve içinde kalan bilimsel yorumların iddialarına şiddetle karşı çıkarken, insani ve dinsel değerlerin önemini vurgulamıştır. 20. yüzyılda gelişen akla karşı başkaldırının önemli öncülerinden biri olmak durumundadır. Bergson dinamik ve düalist bir felsefe akımının daha doğru olduğunu benimsedi. Düşüncelerinden dolayı Sezgicilik (entüisyonizm) akımını kurdu. Bergson bilimin asıl bilgi kaynağı olduğunu reddetti ve sezginin daha önemli olduğunu savundu. Bilimin, yaşamın dinamik özüne ulaşamayacağını söyledi. Düşüncenin evrene benzediğini bir yanda maddenin diğer bir yanda sezginin olduğunu öne sürdü.

-Gaston BACHELARD (1884-1962) Felsefe ve bilim arasındaki ayrımda da Bachelard bilimin felsefeyi yarattığını söylemiştir. Ve felsefenin bilimin geliştiği çizgide kendisini yenilemesi gerektiğini belirterek kendi dilini de çağdaş bilime göre kurmasının gerekli olduğuna bolca vurgu yapmıştır. Bu bakımdan da felsefenin ulaşması gereken yer bir kesinlikten ziyade bilimsel zihniyete uygun olan bir nesnellik anlayışıdır. "Epistemolojik kopuş", "epistemolojik engel" gibi özgün kavramlar ortaya süren Bachelard, "uygulamalı akılcılık" anlayışı ile teori ve pratiğin, akılcılık ve emprizimin birlikte ilerlemesi gerektiğini savunmuştur. Teori ile uygulamayı birbirinden koparmadan, uygulamanın sahip olduğu koşullar ile teorinin birbirine dâhil olması gerekmektedir. Bilimin tarihsel gelişiminin insan zihninin gelişimini anlamak için önemli bir fonksiyon icra ettiğini hatırdan çıkarmamak gerektiğini düşünür.

         

19. yüzyıl boyunca biyoloji, şekil ve işlev sorunlarını inceleyen tıp ile yaşam çeşitliliği, canlıların kendi arasında ve cansız dünya ile olan ilişkileri ile ilgilenen doğa tarihi arasında bölünmüştü. 1900'lerde bu alanların çoğu iç içe geçmişti ve doğa tarihi ile doğa felsefesi artık yerlerini daha uzmanlaşmış olan sitoloji, bakteriyoloji, morfoloji, embriyoloji, coğrafya ve jeolojiye bırakmıştı.

19.yüzyılın başlarından ortalarına kadar doğa bilimcilerinin yoğun yolculukları sonucunda canlı organizmaların çeşitliliği ve dağılımı hakkında birçok yeni bilgi elde edildi. Bunların arasında fizik ve kimya gibi doğa felsefesinin nicel yöntemlerini kullanarak doğa tarihi alanında organizmaların arasındaki ve çevreleriyle olan ilişkileri analiz eden Alexander von Humbolt'un çalışmaları önemli yer tutar. Humbolt'un çalışmaları biyocoğrafyanın temellerini attı ve birçok bilim insanı kuşağına ilham verdi.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

19. yüzyıl ilerledikçe, geriye dönük olarak modern ya da modernist olarak tanımlanabilecek temsil biçimleri, kurumları ve tarzları sonunda birleşmeye başladı. Ama bu uzun zaman aldı.

19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Avrupa ve Amerika'nın yeni ulus devletleri, modernitenin kurumlarını ve bunlara eşlik eden sosyal, politik ve ekonomik pratikleri tasavvur etmek ve kurmak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Gelişen kolonyal sanayi ekonomisi yavaş ama istikrarlı büyümeyi besledi. İngilizlerin deniz üzerindeki üstünlüğü gelişmeye devam etti ve yüzyılın sonunda İngiltere, dünyanın dört bir yanındaki toprakları kontrol eden baskın küresel güçtü. Diğer Avrupa ülkeleri İngilizlerle rekabet etmek için çabalarken, dünyanın geri kalanı sömürge dünyasının yeni küresel zorunluluklarına uyum sağlamaya ve bunlara meydan okumaya başladı. Aynı zamanda, endüstriyel yoğunlaşmanın toplumsal bedeli daha belirgin hale geldi - eski kırsal ekonomilerin yıkımı; kitlesel, geçim düzeyinde çalışan sınıfların geliştirilmesi; ve kentsel nüfustaki hızlı büyüme - kendilerinden aniden beklenen hizmetleri sunmak için üzücü bir şekilde hazırlıksız olan şehirler. Ruskin, Morris, Marx ve Engels ve benzerleri gibi bir eleştiri korosunun eşlik ettiği kentsel ayaklanmalar, yeni şehirle başa çıkmak için tasarlanmış bir dizi yeni kentsel kurumun kurulmasıyla karşılandı. İlk defa, artık kamu sektörü işleri olarak kabul ettiğimiz işler - hastaneler, itfaiye istasyonları, mahkemeler ve benzerleri gibi - Avrupa belediye organları tarafından üstlenildi. Kısa süre sonra, bu kurumlar çalışmalarıyla ve şehirleriyle gurur duymaya başladılar ve şehrin kimliğini bir sivil alan olarak oluşturmaya çalışan daha büyük bayındırlık işleri inşa etmeye başladılar. Özellikle kutlananlar, yeni ekonomiye gerekli insanları ve malları taşıyan tren istasyonları; şehrin yeni, daha kamuya açık bir içtihadını ifade eden hukuk mahkemeleri; ve eğitimli yurttaşlığın yeni fikirlerine hitap eden müzeler. Kütüphaneler ve tiyatrolar gibi halkın anlamını tartışan yeni halk toplulukları kurulmaya başlandı; ve herkesin erişebileceği nihai demokratik sivil alan olarak, şehrin ortasındaki büyük şehir parkı, kentsel deneyimin merkezi bir parçası haline geldi. Bu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri için geçerliydi ve 1850'lerde, Manhattan'da, Central Park'ın yaratılmasının öncülüğünü yaptığı, peyzaj mimarı Frederick Law Olmsted tarafından Avrupa eğitimli bir mimar olan Calvert Vaux ile işbirliği içinde tasarlandı. Central Park, aslında eski göçmen gecekondu bölgesi ve gecekondu yerleşimleriydi, kısa sürede müreffeh bir şehrin imzası olarak devasa bayındırlık işleri fikrini somutlaştırmaya başladı, ancak parkın şehrin kalbi anlamında tam olarak kurulması için yarım yüzyıldan fazla zaman geçmesi gerekiyordu.

Mimari ifade açısından, 18. yüzyıl - modernliğin yeni kurumlarını en iyi ifade eden spesifik Avrupa mirası olarak Greko-Romen klasik idealinin yeniden ifade edilmesini savunan -aydınlanma ideali büyük ölçüde hakim olmaya devam etti. Bununla birlikte, klasisizm ve klasik yeniden canlanmanın eleştirmenleri vardı. Özellikle Arts and Crafts hareketinin savunucuları, bir mimari tarzın gerçek ifadesinin geçmişte olduğu gibi yalnızca el işçiliğinin ifadelerinden türetilmesi gerektiğini hissettiler ve daha Gotik esintili bir kelime dağarcığını tercih ettiler. Tüm tarzlardan kaçınan erken modernist görüşler de su yüzüne çıkmaya başlıyordu. Bu tartışmadaki önemli bir parlama noktası, dünyanın şimdiye kadar düzenlenen ilk fuarı olan Hyde Park, Londra'daki 1851 Büyük Sergisiydi. Sonunda, mühendis Joseph Paxton tarafından tasarlanan devasa çelik ve cam pavyonu nedeniyle Kristal Saray Sergisi olarak hatırlanan bu etkinlik, İngiliz mallarına olan küresel talebi göstermeyi amaçlıyordu. Bunun yerine, Arts and Crafts meraklıları bu ürünü, bu malların kalitesizliğini sergileyen ve onların yerine kolonilerin egzotik el yapımı yerli mallarını öven siyasi bir gösteri yapmak için kullandılar. Göstericiler, Britanya İmparatorluğu'nu, sömürgelerinde olduğu gibi, İngiltere'de de el sanatlarını ve zanaat etiğini korumaya çağırdı. Sonuç olarak, Sanat ve El Sanatları devrimi (Arts & Crafts), geçim kaynaklarını ve çalışma yöntemlerini yeniden düşünerek yaşamları kökten değiştirmeyi amaçlayan ilk gerçek küresel dönüştürücü hareketlerden biri haline geldi. Amerika Birleşik Devletleri'nde, Sanat ve El Sanatları etiği, her zaman estetiği değilse de, kısmen orijinal bir Amerikan mimari ifadesi yaratmaya çalışan, Amerikan istisnacılığının yeni ortaya çıkan duygusuyla beslenen, tüm mimari keşiflere nüfuz etti. Zanaat temelli ideal, önemli ölçüde Avrupa stillerinin türevi olsa da, bu arzuyu karşıladı. H.H.Richardson'un çalışmasında ve McKim, Mead & White'ın bazı erken çalışmalarında bulunabilen güçlü rustikleşme duygusu ve detaylara ve süslemeye gösterilen özen bu bağlamda anlaşılabilir. Ve elbette, kolonyal Hindistan'da beyaz bir adamın ev alanı olarak başlayan ancak daha sonra sömürge dünyasına ve özellikle iyi yaşamın sembolü olarak Amerika Birleşik Devletleri'ne yayılan bungalov, zanaat estetiğinin bir ifadesi olarak geniş çapta yayıldı.

Bununla birlikte, Sanat ve El Sanatları meraklıları (Arts & Crafts), kolonyal Bayındırlık İşleri Departmanının temelini oluşturan standardizasyona karşı el sanatlarını koruma ve canlandırma çabalarının bir parçası olarak, kolonyal Hindistan'da ilk tasarım okulları setini inşa ettiler. Bu süreçte, Babür binasını ve estetik geleneklerini açıkça modernize etmeyi amaçlayan, Hint-Saracenic olarak bilinen yeni bir mimari tarz icat ettiler. Bu, eski bir askeri mühendis olan Albay Swinton Jacobs'un düzenlediği Jaipur gibi sözde ilkel eyaletlerin bazılarında özellikle popülerdi. Yeniden kullanılmak üzere hazırlanmış Hint stillerinin bir kataloğunun bir parçası olarak devasa Jeypore Mimari Detaylar Portföyü (Jeypore Portfolio of Architectural Details). Amerikan İç Savaşı (1861–65) sırasında Güney limanlarının Yankee'ler tarafından abluka altına alınması, İngilizlerin ham pamuğu, pamuk üretimi için uygun volkanik toprağa sahip olan Batı Hindistan'dan temin etmesine neden oldu; bu, Bombay'ın (şimdi Mumbai) büyük bir liman olarak kurulmasıyla sonuçlandı. Süveyş Kanalı, İngilizler tarafından öncelikle Bombay'dan Manchester'daki pamuk fabrikalarına geçişi kısaltmak için açıldı. Pamuk ticareti, yeni mimarisi ile İngiltere'deki mevcut, Sanat ve El Sanatları (Arts & Crafts) trendlerine uyacak şekilde, elbette, Venedik Gotik tarzında inşa edilen Bombay'a yeni bir zenginlik getirdi.

Bununla birlikte, farklı bir sicilde, katı klasisizm eleştirisi aynı zamanda eklektizme, yani Avrupa tarihinden ve ötesinden çok çeşitli mimari tarzların takdir edilmesine ve ustaca yeniden kullanımına yol açtı. Mimari dillerin siyasi ideolojiden çok malzeme ve estetik meselesi olduğu şeklindeki eklektik iddia, özellikle mimarın, 19. yüzyılın sonlarında, doktorlar ve avukatlar gibi, bağımsız bir profesyonele dönüşümünü müjdeledi. Profesyonelleşme hamlesi Paris merkezli oldu. 19. yüzyılda İngiltere’nin hâkimiyetine rağmen Paris, zamanın yeni kentsel kültürünün daha etkili bir modeliydi. Merkezi, İkinci İmparatorluk döneminde ve III.Napolyon döneminde baştan aşağı yeniden inşa edildi ve Avrupa ve dünyadaki kentsel tasarımların yeni modeli haline geldi. Örneğin Arjantin'in ihracatı büyük ölçüde İngiltere'ye gitmiş olabilir, ancak konu caddeler ve kamu binalarını tasarlamaya geldiğinde, Arjantin'in seçkinleri Paris modellerine yöneldi. Fransız Güzel Sanatlar, burjuva zarafetini profesyonel uzmanlıkla (İkinci İmparatorluk tarzı olarak da bilinir) birleştiren bir ses olarak, başlı başına bir uluslararası hareketti. École des Beaux-Arts neredeyse bir yüzyıldır zaten var olmasına rağmen, 19. yüzyılın sonlarında, söylemi geçmişin centilmen mimarlarının oturma odaları ve yatak odalarından uzaklaştırarak, mimari düşüncenin merkezi haline geldi. Bileşimsel stratejileri - son derece eksenel, eklektik ve çerçeveli gösterinin üretimine odaklanmış - o sırada ortaya çıkan yeni kentsel dünyanın ifadelerini somutlaştırmaya başladı. Beaux-Arts estetiği yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika'da değil, aynı zamanda Japonya, Arjantin ve Çin de dahil olmak üzere dünyanın diğer birçok yerinde küresel-kolonyal dünyanın uluslararası standardı olarak yaygın bir şekilde benimsenmiştir.

Güzel Sanatlar idealinin etkili bir tezahürü, Güzel Şehir (City Beautiful) hareketiydi. Chicago merkezli mimar Daniel Burnham'ın son derece başarılı 1893 Chicago Dünya Fuarı gösterisinin demir yumrukla üretmesiyle başladı. Binaların tümü beyaza boyanmışken, Burnham'ın vizyonu, monokromatizm ve özellikle de beyaz monokromatizm, mimariyi tarihin ağırlığından başarıyla kurtardı ve önemli olanın yalnızca kompozisyon olduğu, ebedi bir şimdiye bağlandı. Washington DC'deki National Mall 1901'de bu ilkelere göre yeniden tasarlandığında, Burnham vizyonu bir hareket haline geldi ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki şehirler tarafından benimsendi. 1905'te Burnham, daha yeni ABD toprakları haline gelen Manila için de bir teklif hazırladı.

1900'e gelindiğinde, daha geniş küresel etki alanıyla Avrupa'nın bölgesel genişlemesi tam da zirvesindeydi. Güneydoğu Asya ve Çin'deki İngiliz başarıları, Hindistan üzerindeki devam eden hakimiyetinin yanı sıra, sömürgeleştirilmiş nüfus için bazı küçük yerel temettüler ödeyen bu bölgeler arasında yeni bir ekonomik göç alanı başlattı - Chettinad konakları örneğinde olduğu gibi - ve bu sürerken kar Londra'ya geri döndü. İngilizler ayrıca, hammaddelerin çıkarılmasını sağlamak ve üretilen malları dağıtmak için demiryolları etrafında düzenlenen kapsamlı, faydacı altyapılar inşa ettiler. İmparatorluk Bayındırlık Bakanlığı, kendi başına bir mini orduyu komuta ediyordu.

Ancak yeni Avrupa sömürgeci genişlemesinin en önemli parçası, Afrika kıtasının trajik toprak gaspıydı. Avrupa silahlanmasına karşı büyük ölçüde savunmasız olan Afrika, şimdiye kadar hinterlandına dair bilgi eksikliği nedeniyle korunmuştu. Doğru haritacılık gerçek boyutunu ortaya çıkardığında, tüm büyük Avrupalı ​​güçler ellerinden gelen her şekilde Afrika topraklarına sahip çıkmak için acele ettiler. Afrika toprak kapması, 19. yüzyılın kolonyal merkezindeki meşhur karanlık kalbi özetliyor. Eski sömürge güçleri -İngilizler, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler ve Hollandalılar- uzak kıyılara hâkim olmaya devam ederken, geri kalan Avrupa ülkeleri, sömürge oyununa geç gelenler, özellikle Almanlar, Belçikalılar ve İtalyanlar, Çoğunlukla Afrika'da hala “mevcut” olan toprakları ele geçirdiler. Afrika, 1884'te Berlin'de düzenlenen bir konferansta tam anlamıyla bölündü. Ve yine de savaşlar oldu. Güney Afrika, daha önceki Hollandalı yerleşimcileri İngilizlerle karşı karşıya getiren, yeni keşfedilen maden zenginliği ile, özellikle tartışmalı bir ödüldü.

19. yüzyılın sonlarında, Otto von Bismarck yönetimindeki Almanya, özellikle zenginlik ve güç bakımından İngiltere ve Fransa'ya yetişmeye ve onları geçmeye kararlıydı. Bismarck, Almanya’nın üretiminin İngiltere’nin üretimine bir nesilden daha kısa sürede rakip olduğunu gören agresif bir sanayileşme sürecinden geçti. 20. yüzyılın başlarında Almanya dikkate alınması gereken önemli bir güçtü. İngiltere ve Fransa gibi yerlerde daha önceki söylemlere hâkim olan uzun üslup ve modernite tartışmalarından biraz kurtulmuş olan 19. yüzyılın sonlarında Almanya, yeni başlayan modernizm vizyonunu somutlaştırmaya çalıştı. Bu nedenle, Peter Behrens'in, Deutsche Werkbund'un fabrikaları ve betonun yeni kullanımları, Beaux-Arts akademilerinden çok Amerikan fabrikalarına ilham kaynağı oldu.

Almanya’nın, çok uzaktaki bir kolonyal imparatorluğun (ve bir Birleşik Devletler’in geniş rezervleri olmadan) avantajı olmadan, kendisini kolonyal olmayan büyüme modelleri arayan dünyanın diğer bölgeleri için bir model haline getirmedeki başarısı; Özellikle Japonya, Almanya'yı rol model olarak aldı. Bir kolonyal beklemek, Japonya’nın seçkinleri, Bakafu yasasının eski uygulamalarından ve saldırıdan bıkan hükümdar şogunluğuna karşı bir isyan düzenledi. Sonuçta ortaya çıkan 1868 Meiji Restorasyonu, batı bilgi, beceri ve kurumlarını Japonya'ya ithal etmek için agresif bir şekilde çalıştı ve Japonya'yı Avrupa'nın sömürge genişlemesine karşı, ekonomik ve endüstriyel bir güç olarak konumlandırdı.

Kaçınılmaz bir şekilde, bu zamanların dönüm noktası olan 1. Dünya Savaşı idi Almanya, Eski Dünya imparatorluklarıyla - Avusturya-Macaristan ve Osmanlı - işbirliği içinde, sömürge zenginlikleri üzerinde güçlenen bir dünya ile savaşa girdi. Sonuç, uzun bir çıkmazdı ve silah geliştirmek için yeni endüstriyel teknolojilerin her iki tarafında da yaygın olarak kullanılması nedeniyle özellikle kanlı bir durumdu. Birinci Dünya Savaşı'nın sonuçları, sanayi öncesi, sömürge öncesi dünyanın tüm kalıntılarını kalıcı olarak ortadan kaldırdı ve nihayetinde sömürge dünyasının ölümünü bile heceledi. Bundan sonra, endüstriyel teknolojiler ve sermaye hüküm sürdü ve tüm dünya kararlı bir şekilde ulus-devlet olma yolunda ilerledi. Mimari olarak konuşursak, bu dönüşümler, modernliği ve kendine özgü yeni bir mimari modernizm arayışını sağlam bir şekilde sürücü koltuğuna koydu. Yeni Milletler Cemiyeti için 1926 yarışması, bu yeni dünya düzeninin çekişmelerini somutlaştırdı.

Birleşik Devletler’in 20. yüzyılın küresel ekonomik süper gücü olarak ortaya çıkışı, Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra, kesinleşmiş görünüyordu. Endüstriyel gücü, geniş doğal kaynakları ve fırsat duygusu ona belirleyici bir avantaj sağladı. Chicago ve New York gibi şehirlerinin yeni gökdelenleri, endüstriyel biçimlerinin yanı sıra, çeşitli neoklasik kıyafetler giymiş olsalar da, yeni malzemelerin, yapıların ve yaşam tarzlarının olanaklarını çoktan göstermişlerdi. Frank Lloyd Wright, yeni malzemelere ve kendi kara temelli tarımsal-kırsal yaşam tarzı vizyonuna dayanan süslemelerle tamamlanmış yeni bir mimari düzenin nasıl ifade edileceğine dair kapsamlı bir vizyona sahip ana Amerikalı figür olarak öne çıktı. Avrupa'nın ilk modernistlerinden neredeyse tamamen izole edilmiş bir ortamda çalışan Wright, vizyonunu önce Wisconsin'de, ardından Amerika'nın Güneybatı ve Japonya'sında ana hatlarıyla belirlemeye başladı ve daha sonra kapsamlı, "organik" bir estetik olarak tanımlayacağı şeyi araştırmaya başladı; tasarımın tüm yönlerini entegre eden düzen - resim, mobilya, mimari, süsleme, peyzaj ve hatta şehircilik. Kaynakları çok çeşitliydi ; Richardson ve Sullivan doğrudan etkiyle, Amerika çayırları bağlam bazında, Kelt dünyası kişisel bağlantıyla ve Kolomb öncesi ve Japon krallıkları yakınlıklarıyla, Avrupa modernist ortamından boşanmış olan Wright, potansiyeli hâlâ yerine getirilemeyen alternatif bir modernist evren inşa etti.

Bununla birlikte, 20. yüzyılın başlarında Amerikan mimarlık akademisi, yine de, Avrupa'da olduğu gibi, Güzel Sanatlar öğretisinin hakimiyetindeydi. Buna, özellikle 1919'da Almanya'da Walter Gropius liderliğindeki Bauhaus'un kurulmasıyla birden fazla cephede kesin bir şekilde meydan okundu; Rusya'daki Komünist devrimden sonra yeni Sovyetler Birliği'nin komünist ideallerini ifade etmek için çok çeşitli modernist deyimlerin kesintiye uğraması ve 1917'den itibaren Paris'ten çıkan, İsviçre doğumlu mimar ve ressam Le Corbusier'nin kübist esinli yazı ve projeleri.

Almanya'da tasarım söylemini kararlılıkla yeniden başlatmaya çalışan Gropius’un Bauhaus'u, başlangıçta, özellikle Art Nouveau ve Ekspresyonizm olmak üzere, erken dönem modern Alman ve Viyana söylemlerinden güçlü bir şekilde etkilenmişti. Johannes Itten gibi figürlerin öğretim kadrosunun merkezinde yer aldığı erken dönem Bauhaus, yeni bir modern estetiğe giden bir yol bulmak için bir tür duygusal mistisizm de dahil olmak üzere çeşitli kaynaklara baktı. Ancak, 1925'te Dessau'ya taşındıktan kısa bir süre sonra, Bauhaus, özellikle Gropius'un yeni okul binası ve yatakhane tasarımıyla somutlaşan katı bir makine estetiğine titizlikle adanmış oldu.

Sovyet dünyası açık arayla çok çeşitli ve deneyseldi. Aktif olarak yeni biçimler, deyimler ve ideolojiler icat etmeye çalışıyordu. O zamanlar insanlık için cesur yeni bir keşif sahasi gibi görünüyordu. Modernist fikirleri sınırlarına zorlayan Sovyetler, Konstrüktivistler, Süprematistler ve aksine Rasyonalistler gibi kasıtlı olarak avangart başlıklar altında gevşek gruplar halinde toplandılar. Keşifleri ve önermeleri, mimari düşüncede, çeşitliliği henüz tam olarak açıklanmaya başlanan birçok yeni saha geliştirdi.

Ancak yeni bir çağın doğuşunu ilan eden en yüksek sesli ve en ayırt edici zil, 1920'lerde yeni bir modernizm için odaklanmış bir gündem hakkındaki fikirlerini bir dizi kitap ve kavramsal projede yayınlayan Le Corbusier tarafından Paris'te çalındı, en çok etkili olan "Vers une Architecture", İngilizceye "Towards a New Architecture" olarak çevrildi. Vers une Architecture, net ilkeler, aforistik iddialar ve yeni bir mimarinin "beş noktası" gibi tablo haline getirilmiş ilkelerle tanımlanan, kısa ve öz bir modernizm vizyonu sundu. Le Corbusier, bunları, Paris'in mimari dokusunu kristal kulelerle değiştirmek gibi dramatik teorik projelerle ustaca destekledi; bu, uluslararası hayal gücünü hızla yakalayan ve güçlü tepkilere yol açan Le Corbusier'yi ikonik bir konuma taşıdı.

Kaynak: A Global History of Architecture

     
       
         
ANALİTİK FELSEFE             MİMARLIK TARİHİ

Analitik felsefenin başlangıcı. 20. yüzyıla kadar süregelmiş felsefi kutuplaşmaların her birinden farklı olarak, konuşma diline ait cümleleri incelemeyi hedef almış ve buna göre ana-bilim dalı arayışına giren filozoflar tarafından kurulmuş felsefe okuludur. Bu dönemde ayrıca Mantıksal Pozitivizm akımı da başlamıştır. Mantıksal pozitivizm, Viyana Çevresi olarak adlandılan filozofların felsefi düşünüş sistemlerini adlandırır. Bu felsefi akımda, bilim insanın en büyük başarısıdır.

-Bertrand RUSSELL (1872-1970) dil ve dilin altında yatan mantıksal biçim hakkında düşünmeye ağırlık verdiği, kimi zaman "dilsel dönemeç" diye adlandırılan analitik felsefeyi başlattı. Kümeler kuramına meydan okuyan Rusell’ın paradoxunu (Russell’s paradox) keşfetti. 1903 yılında ilk önemli matematik kitabı olan az sayıda ilkelerden yola çıkılarak matematiğin anlaşılabileceğini gösteren kitabı olan The Principles of Mathematics (Matematiğin İlkeleri) kitabını yayımladı.

-Ludwig Josef Johann WITTGENSTEIN (1889–1951) Mantık ve dil felsefesi konularında yaptığı çalışmalarla modern felsefeye önemli katkılarda bulunmuştur. 20. yüzyılın en önemli filozoflarından sayılır. Russell 'ın öğrencisi olan Wittgenstein, tüm felsefi problemlerin dilin araştırılmasıyla çözülebileceğini belirtmiştir. Wittgenstein'da felsefenin görevi, dil aracılığıyla aklımızın büyülenmesine karşı mücadele etmektir. Felsefenin araştırma nesnesi, günlük konuşma dilidir. Biz kelimeleri, günlük kullanım metafizikleriyle bağlantılarız. Felsefenin amacı (iyileştirme) terapidir. Filozof bir problemi tıpkı bir hastalık gibi ele alır, inceler. ‘Dil karmaşıklığı’na esir olmuş biri bu durumdan kurtarılmalıdır. Wittgenstein, dilin ve zihnin kamusal olduğunu, kendinden önceki filozofların düşüdüğü gibi tamamen bireye özel olMAdığını düşünüp, kanıtlamaya çalışmıştır.

-Alfred Jules AYER (1910-1989) Duyularımızın ötesindeki bir gerçekliği araştırmayı tanımlayan "Metafiziğe" karşıdır. Ayer yalnızca duyular ve mantık yoluyla bilinebileceklerle ilgilendi. "Dil, Doğruluk ve Mantık" adlı eseri bilimi yüceltmektedir.

 

 

         

20. yüzyılın başlarında biyolojik araştırma daha çok profesyonel bir çaba ürünüydü ve çalışmaların çoğu doğa tarihi tarzındaydı ve deneylere dayanan nedensel açıklamalardan çok morfolojik ve filogenetik analizlerden oluşmaktaydı. Ancak, özellikle Avrupa'da vitalizm karşıtı deneysel fizyolog ve embriyologların etkisi de giderek artmaktaydı. Gelişme, kalıtım ve metabolizma konularında 1900'lerin başında getirilen deneysel yaklaşımların büyük başarısı biyoloji alanında deneyin gücünü göstermişti. Daha sonraki yıllarda artık deneysel çalışmalar doğa tarihinin yerine geçmeye başlamıştır.

Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Biyoloji_tarihi

-Charles Robert DARWIN (1809-1882) Doğal seçim yoluyla evrim kuıramının kurucusudur. İnsan dahil tüm canlı türlerinin doğal seçilim yoluyla bir ya da birkaç ortak atadan evrildiğini öne sürmüş ve o günün şartlarına göre bu teoriyi destekleyen pek çok kanıt sunmuştur.[1] Darwin'in fikirleri üzerine inşa edilen modern evrim teorisi, bugün biyoloji biliminin temeli ve birleştirici ögesidir. Evrimin gerçekleştiği olgusu Darwin hayattayken, doğal seçilim teorisinin evrimin ana açıklaması olması ise 1930'lu yıllarda bilim dünyası tarafından kabul görmüştür.[1] Darwin'in orijinal teorileri modern evrimsel biyolojinin temelini oluşturmakta, hayatın çeşitliliği üzerine birleştirici bir mantıksal açıklama sunmaktadır.

20. yüzyılın ortalarına gelindiğinde, Avrupa Aydınlanması ve onun modernist kurumlarının büyük beklentileri her zamankinden daha büyük bir şevkle takip ediliyordu ve çelişkileri ve başarısızlıkları nedeniyle geniş çapta eleştiriliyordu. Yüksek Modernizm’in en parlak dönemiydi, ama aynı zamanda dönüm noktasıydı: Yüzyılın ortalarından itibaren istikrarlı bir düşüşe geçti, ciddi şekilde meydan okudu ve sonunda 1970'lerin sonlarında ve 1980'lerin başlarında postmodern eleştirmenleri tarafından yerini aldı.

Dönemin belirleyici olayı elbette II.Dünya Savaşıydı. Birinci Dünya Savaşı kanlı ve pahalı olmasına rağmen, ardından gelen barış, modernizmin ütopik özlemlerinin artık gerçekleştirilebileceği umudunu doğurmuştu. İki savaş arası yıllar siyasi kaos ve finansal istikrarsızlıkla işaretlenmiş olsa da - Almanya'daki Weimar Cumhuriyeti'nin kargaşası ve Amerika Birleşik Devletleri'ndeki 1929 Büyük Buhranı da dahil - bunlar aynı zamanda endüstriyel çağın olanakları olarak, nihayet sosyal ve estetiğe ulaşmayı amaçlayan büyük projelerle karakterize edildi. Mimaride, zamanın önemli olayları arasında Walter Gropius'un yeni tasarım okulu Bauhaus (1919'da kuruldu), Le Corbusier'in ilk olarak 1923'te yayınlanan Vers une Architecture (Yeni Bir Mimariye Doğru) kitapları ve City of Tomorrow and Its Planning (1929); ve Ludwig Mies van de Rohe'nin 1927'deki Weissenhof Siedlung Sergisi. 1928'de kurulan Congrès Internationaux d'Architecture Moderne (CIAM), dünyanın dört bir yanından işlevselcilik ve rasyonalizm ideallerini bina ve kentsel planlamada kullanmak üzere düzinelerce üyeli bir organizasyona hızlı bir şekilde dönüştüğü için önemli bir rol oynadı.. Sovyet Cumhuriyeti'nin ilk günlerinde bile, 1931 Sovyetler Sarayı yarışmasında olduğu gibi, modern mimarinin toplumsal beklentileri geniş ölçüde kabul edildi. 1932'de New York City'deki Modern Sanat Müzesi'nde büyük bir sergi bunu kodlamaya çalıştı; Uluslararası tarz olarak modernizm.

1935'e gelindiğinde Almanya'da Adolf Hitler ve Sovyetler Birliği'nde Joseph Stalin, kendi etki alanlarında modernizme son verdiler. II.Dünya Savaşı, modernist projenin ütopik özlemlerini çığlık atarak durdurdu - yalnızca inşaatı durdurarak değil, aynı zamanda temel varsayımlarını daha da fazla baltalayarak. Modernist Batı dünyasının, toplumsal ütopya modelleri üretmek yerine, kolayca Holokost için model bir makine yaratabilmesi gerçeği, amansızca rasyonalist bir gündem peşinde koşmanın ikincil sonuçları hakkında bir ruh araştırması dönemini tetikledi. Brutalizm (beton brut veya "çıplak beton" dan) modernist çalışma için yeni bir ifade tanımlamak için ortaya çıktı - saf ve beyaz değil, ham ve gri, moderne eşlik eden kaçınılmaz vahşetin farkında olduğu ileri sürülen bir estetik dünya. Le Corbusier'in kendisi, özellikle postkolonyal dünya ve Batı akademisi olmak üzere dünyanın her yerinde benimsenen bu projenin öncü bir ışığıydı. Kaliforniya Üniversitesi – Berkeley's Wurster Hall (1964) ve Washington Üniversitesi'nin Gould Hall (1972) gibi ABD üniversite kampüslerindeki yeni binaların çoğu acımasızdı.

Modern mimari, diğer kültür biçimleri gibi, çalkantılı 1960'lardan ve bunun sonuçlarından etkilendi. Bir grup hoşnutsuz CIAM üyesinden oluşan X Ekibi, modern hareketin kimliğini ve özlemlerini, daha topluluk ve bölge temelli, daha insan ölçekli, daha yumuşak bir ifadeyle yeniden ifade etmeye çalıştı. Makineyi kutlamak yerine iklime daha duyarlı bir mimari şekillenmeye başladı. Peter ve Alison Smithson, brutalist ve Team X kampları arasında köprü kurdu. Maxwell Fry ve Jane Drew, Afrika'daki çalışmalarını Tropikal Mimari başlığı altında kodladılar. İsmini kurduğu derginin pankartından alan İngiltere'den bir grup Archigram, pop arttan etkilenen bir mimariyi ve hareketli, esnek, geçici ve gençlere yönelik bir karşı kültürü teşvik etti. Kenzo Tange, Kofu, Japonya'da Yamanashi, Basın ve Yayın Merkezi'ni (1966) ve Londra'da Denys Lasdun, Kraliyet Ulusal Tiyatrosu'nu (1976) inşa etti.

II.Dünya Savaşı'nın dolaylı bir sonucu, sonunda sömürge dünyasını ortadan kaldırmasıydı. 1947'de Hindistan ile başlayarak, Asya ve Afrika'daki Avrupa kolonileri, 1950'ler ve 1960'larda birer birer bağımsızlıklarını ilan ettiler. Bu yeni bağımsız sömürge sonrası ulus-devletlerin çoğu, modern mimariyi yeni devlet kurumlarını inşa etmek için kullanılan deyim olarak benimsedi; Hindistan'da Chandigarh, Brezilya'da Brasília ve Pakistan'da İslamabad; Bunları Nijerya'daki Ibadan ve Tanzanya'daki Dodoma gibi bir dizi yeni Afrika başkenti izledi. Komünist Küba'da bile, Sovyet Cumhuriyeti'nin ilk günlerinde olduğu gibi, modern mimari benzersiz bir ses ve biçim buldu. Dolayısıyla, modernizm Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri'nde oldukça tartışılırken, Ankara, sömürge Kuzey Afrika, Latin Amerika, Avustralya, Japonya ve Hindistan gibi yerlerde daha kolay benimsenmişti. Kısmen bunun nedeni, eski sömürgelerde evrensellik iddialarıyla modernizmin, klasisizmden farklı olarak Avrupa merkezcilikle o kadar güçlü bir şekilde özdeşleştirilmeyen moderniteye giden bir yolu temsil etmesiydi.

Elbette, Birleşmiş Milletler gibi tüm yardımcı organlarıyla birlikte büyük küresel kurumların oluşumu da modernizmin dünya çapında yaygınlaşmasında önemli bir rol oynadı. New York'taki Genel Kurul ve Paris'teki UNESCO gibi başlıca BM kurumlarının merkezleri sadece modernist kalıpta tasarlanmış değil, aynı zamanda BM tarafından finanse edilen habitat danışmanlarının dünyayı dolaşması ve modernist kentsel ve kırsal planlama modellerini savunmasıydı. Bu hareketin öncülüğünde postmodernizmin yönü, bir binanın bağlamına ilişkin artan bir farkındalık çağrısıydı - ancak bağlamın nasıl tanımlanacağı çok tartışıldı ve Daniel Libeskind'in Berlin'deki son derece soyut Yahudi Müzesi'nden (2001), İngiltere Prensi Charles'ın geleneksel tarzlara olan ilgiyi yeniden uyandırmak için çabalarına kadar çeşitlendi. 1990'larda, çoğu mimari üretimin muhafazakar tavrına karşı, aralarında Hollandalı Rem Koolhaas'ın da bulunduğu bir grup avangart mimar, modernist formların ve soyutlamaların yeniden canlandırılması çağrısında bulundu. Teknoloji ve bilgisayardaki gelişmeler, mimarların önceki on yıllarda düşünülemez olan yapılar inşa etmesini de sağladı. Frank Gehry’nin İspanya Bilbao’daki Guggenheim Müzesi (1997) kavisli titanyum kaplaması ve Avusturya Graz’daki mavi, balon şeklindeki Kunsthaus (2003), Peter Cook ve Colin Fournier, bunlara örnek olarak verilebilir.

Kaynak: A Global History of Architecture

VAROLUŞÇULUK FELSEFESİ              

Varoluşçuluk, esas olarak 17. yüzyıldan beri var olmakla birlikte, gerçek ününü Sartre ile birlikte kazanmıştır. Varoluşçuluğun, geriye doğru gidildiğinde Blaise Pascal'a kadar uzayan bir geçmişe sahip olduğu görülür; İnsan önceden-zaten-belirlenmiş bir öze sahip değildir, daha çok o özünü kendi eyleyişleriyle gerçekleştirecek, yani varoluşunu şekillendirerek özünü ortaya koyacaktır.

-Martin HEİDEGGER (1889-1976) Her ne kadar kendisi bunu reddettiyse ve yanlış anlaşıldığını belitttiyse de, varoluşçu felsefenin isimlerinden birisi olarak anılan Alman filozof, hocası Husserl'in Fenomenoloji felsefesinden etkilendiği halde, Fenomenolojinin varlık sorununu yeniden yorumlamış ve kendine özgü bir varoluşçu felsefe oluşturduğunu söylemek mümkün olmuştur. Husserl gibi Heidegger de teknolojinin gelişmesiyle şekillenen dünyanın düşüncede yeniden ele alınması konusunu delirlemeye çalışmış ve Dil konusunu felsefede temel bir kategori haline getirmiştir.

İlk defa Hegel ile başlayan; felsefenin diğer bilimlerden bağımsız bir bilim olarak tanımına Husserl'in Fenomenolojik yaklaşımının yanısıra veya karşıtı olarak bu dönemde Heidegger şiir ve mistisizm ile felsefenin sonundan bahseder.

Kaynak: Heidegger'in Savaş Sonrası Felsefesi - Doğan Göçmen

-Jean Paul SARTRE (1905-1980) Sartre'ın, varoluşçuluğunda ilk olarak görülen, insanın önceden-tanımlanMAmış bir varlık olarak ele alınmasıdır. İnsan kendi yaşamını ya da tanımını kendi kararlarıyla verecektir. İnsanın içinde bulunduğu koşullar içinde yaptığı tercihleri onun kim olacağını ve ne olacağını belirler. Bu, "varoluş özden önce gelir" sözünün anlamıdır. İnsan önceden, belli bir amaç için tasarlanmış değildir. Amacını belirleyecek olan yine kendisidir.

-Simone de BEAUVOIR (1908-1986) Varoluşçulukta olduğu gibi Beauvoir temel prensip olarak var oluşun özden önce geldiğini kabul eder ve “Kadın doğulmaz kadın olunur.” prensibine ulaşır. Ancak, muhtemelen dilin verdiği kısıtlamalardan dolayı, cinsiyet ayrımının olmadığı bir yaşamı hayal etse bile, dile getirememiştir. Felsefesinin temellerini doğrudan ve yaşanan deneyimlerin oluşturduğu Simone de Beauvoir için etik, pratik anlamda özgürlüğü gerçekleştirmektir. 

-Maurice Merleau Ponty(1908-1961) Hem Fenomenoloji hem de Varoluşçuluk içinde önde gelen isimlerden biri olarak anılır. Bilinç ve ahlakla ilgili problemler üzerinde duran Merleau-Ponty, bilinçle dünya arasındaki ilişkiyi ele almıştır. Ona göre, algı alanımız, duyumlardan oluşmaz, fakat aralarındaki mekânlarla birlikte, şeylerden meydana gelir. Merleau-Ponty, "Varoluşçu fenomenoloji" olarak bilinen eğilimin yetkin bir temsilcisidir. Merleau Ponty'ye göre (Algının Fenomenolojisi) varlığımız cinsel, mekansal ve zamansal değldir.

-Albert CAMUS (1913-1960) 'ün felsefeye en büyük katkısı, insanların ne berraklık ne de anlam sunan dünyada bunları aramalarının sonucu olarak oluşan "absürt" fikridir. Filozof bu felsefesini "Sisifos Soyleni"de açıklamıştır. Genelde varoluşçulukla birlikte ele alınan "Absürdizm" (Saçma, uyumsuzluk felsefesi) ile birçok yazar ilgilenmiş ve bu felsefi düşünce akımını kendine göre yorumlamıştır, Camus "saçma"nın kurucusu değildir fakat bu düşünce akımında önemli bir yer tutar.

 

 

 

           

Postmodernizm kelimesi belirli bir tanımlanabilir stile atıfta bulunmaz ve bunda Gürcü veya Shingle Stili gibi diğer tanımlardan çok farklıdır ve hatta mimarideki çoklu anlamları ve kökenlerine rağmen 1950'lerde CIAM idealleri etrafında gevşek bir bir dizi uygulama şeklinde tanımlandı . Ancak 1950'de bu kadar ümit verici görünen şey, 1970'e gelindiğinde sadece daraltıcı değil, aynı zamanda verdiği sözleri yerine getirmekte başarısız olarak görülüyordu. Eleştirmenler giderek daha fazla modernizmi, kapitalizm, bürokrasi ve başarısız sosyal konutla ilişkilendirmeye başladı. Ve Avrupalılar için, II.Dünya Savaşı'ndan sonraki modernizm, aceleyle inşa edilmiş, sıkıcı konut bloklarından oluşan sonsuz sıralar anlamına geliyordu. Avrupa'da Brasílias, Chandigarhs veya Daccas yoktu ve başarılı sivil modernizmin birkaç örneği vardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde modernizm daha başarılıydı. Ev mimarisinde önemli ilerlemeler kaydetti, kurumsal manzarayı baştan aşağı değiştirdi ve hatta New York City'deki Lincoln Center (1956) ve Şikago'da Civic Center Plaza (1965–66) gibi birkaç başarılı sivil projeye sahipti.

Ancak Amerika Birleşik Devletleri'nde bile, 2. Dünya Savaşı sonrası sosyal ve ırksal gerilimleri şiddetlendiren geniş konut blokları patladı. Bu, 1972'de St. Louis, Missouri'deki Pruitt-Igoe Konut Projesi'nin (1952-55) yıkılmasıyla "modernizmin ölümünün" duyurulmasına yol açtı ve bu büyük bir iyimserliğe yol açtı, ancak kötü yönetim ve endemik ırkçı politikalar, kentsel felaketin ve ırksal dengesizliğin tam da sembolü haline geldi. 1960'ların sonlarından itibaren mimarlar, mesleklerinin amacını ve anlamını yeniden canlandırmanın bir yolu olarak bağlam, tarih, gelenekler ve biçim sorununa geri dönmeye başladılar. Modernizme karşı protesto Amerika Birleşik Devletleri'nde başladı, ancak kısa sürede küresel bir harekete dönüştü ve sonunda uluslararası modernizmin yayılmasını yavaşlattı.

Charles Jenck’in 1977 tarihli kitabı The Language of Postmodern Architecure, mimari sözcük dağarcığını yapısalcılığa veya dilin yapısının incelenmesine bağlayarak postmodernizm için bir kanon oluşturmaya çalıştı. Michael Graves (1934–2015) Jencks tarafından seçildi. Binalarında renk kullandı, klasik kelimeleri soydu ve kolaj metodolojisini uyguladı. Pop sanatından etkilenen ve bakışlarını otoyol mimarisine ve özellikle Las Vegas, Nevada'ya çeviren Robert Venturi (1925–) ve Denise Scott Brown (1931–) gibi diğer mimarlar sosyal gerçekçilik yönünde hareket ettiler. Charles Moore (1925–93), aksine, mimariye standart bir profesyonel uygulama ile sağlanabilecek olandan daha derin bir kişisel bağlılık aramıştır. Yazılarında, fenomenolojiye olan ilginin başlangıcını görüyoruz, bu hareket, Amerika Birleşik Devletleri'nde ve yurtdışında istikrarlı bir şekilde büyüyecekti ve mimaride politik muhafazakarlığa doğru bir eğilimle bağlantılıydı.

Philip Johnson'dan Charles Moore'a geçersek, postmodernizmin içsel ve çözülmemiş karmaşıklığını fark etmeye başlayabiliriz, çünkü modernizmin darlıklarından bir kurtuluşu müjdelemiş ve bu nedenle özgürleştirici bir hareket olmasına rağmen, aynı zamanda muhafazakar eğilimleri de vardı. Amerika Birleşik Devletleri'nde ve başka yerlerde, akademideki sosyal yönelimli mimarların yerini almaya başlayan fenomenologlar tarafından. Topluluk odaklı mimarlık konusunu ele almak isteyenler, hızla genişleyen şehir planlama disiplini için genellikle mimarlık alanını terk ettiler. İlk fenomenologlar arasında Christian Norberg-Schultz (1926-2000) Alman filozof Martin Heidegger'den güçlü bir şekilde etkilenmiş ve bölgesel temelli bir estetiği savunurken Moore, mimarinin peyzaja duyarlılığı psikoloji ve hafıza tarafından belirlenen bir estetikle bütünleştirmesi gerektiğini savundu. Fenomenolojinin zıt ucunda, o zamanki sanatçıların aksine mimarlar arasında çok az ilgi gören psikanaliz vardı.

Kaynak: A Global History of Architecture

ELEŞTİREL RASYONALİZM              

Eleştirel rasyonalizm Karl Popper tarafından geliştirilmiş bir epistemolojik felsefedir.Fikirsel olarak eleştirel rasyonalizm, doğrulamacı bir yol izleyen ve sadece akıl ve/veya deneyler yoluyla doğrulanan bir bilgiyi geçerli sayan rasyonalist anlayışa karşıttır. Buna yanlışlanabilirlik denilebilir. Yanlışlanabilirlik ilkesinde göre herkes bilimsel bir araştırmaya istediği şekilde yaklaşabilir, fakat eğer sonuç ile başlayıp bunu araştırma süresince her ne kadar kanıt sunulsa da değiştirmeyi reddedenler, bu metodlarını bilimsel olarak sınıflandıramaz. Yanlışlanabilirlik ilkesi, bilim ile bilim dışı olanı, bilgi ile inancı ayırmak için kullanılır.

 

-Karl Raimund POPPER (1902 –1994) bilimsel yöntemini kaleme almaya başlayana kadar birçok bilim insanı ve filozof, bilim yapma yolunun, varsayımları destekleyecek kanıtlar bulmak olduğuna inanıyordu. Popper'a göre bilimsel olmak hatalardan ders almaktır. Bilimin ilerlemesi, gerçekliğe ilişkin belirli bir düşünce biçiminin yanlış olduğunu fark edebilmemize bağlıdır. Karl Popper' a göre güvenilir olmayan bir akıl yürütme yöntemi olan tümevarım (seçili gözlemlerden genel sonuçlara doğru akıl yürütme) bilimsel bir yöntem değildir. Bir hipotez, ancak çürütülebilirse, yanlış olduğu kanıtlanabilinirse bilimsel olabilir çünkü ancak o zaman ilerleme kaydedilebilir. Örneğin, sınanamaz kanıtlarla geliştirilen Psikanaliz, Popper a göre bilim değildir.

-Paul Karl Feyerabend (1924-1994) En önemli metinlerinden "Yönteme Hayır" Karl Popper'ın öğrencisi olup, zamanla onun fikirlerine tam karşı görüşleriyle, "Her Şey Uyar" (Anything Goes) diyerek, hocası Karl Popper'ın eleştirel akılcılığına karşı, özünde akılcılığın bile yöntemsel bir kalıplaşma haline getirilmemesi gerektiğini savunmuştur. Sanat, din ve bilimin eşdeğer bilgi olanakları olarak tanımlamış, Ahmet İnam'ın değişiyle; Bilimi zincirlerinden kurtarmaya, kör bir bilime engel olmaya çalışmıştır.

-Thomas Samuel KUHN (1922-1996) "Bilimsel Devrimlerin Yapısı" adlı eserinde Popper 'ın yanlışlanabilirlik tezini yanlışlayan, "paradigma" tezini öne sürmüştür. Kuhn'a göre bilimin evrimsel ileleyişi farklı zamanlarda ortaya çıkan farklı fikri ortamlar ve farklı olasılıklar sonucu olan paradigma değişimlerine bağlıdır.

-İmre LAKATOS(1922-1974)Lakatos bilim felsefesindeki değişim ve süreklilik arasındaki kronik çatışmada Kuhn’n paradigma anlayışını Popper’ın yanlışlamacılığı ile birleştiren bir “bilimsel araştırma programı” (BAP) geliştirmeye çalışır. Bilimsel kuramların tek başlarına geçerliliği olan düşünceler değil; belirli bir dönem içinde ortak bir perspektiften ortaya çıkmış düşünce sistemleri olduğunu belirten Lakatos bir kuramın benimsediği temel önerme, iddia ve örneklerin her zaman için bir karşı kuramsallaştırma etkinliğinde yanlışlanmaya çalışıldığını ileri sürer. Lakatos doğrulama ve yanlışama mantığını eş zamanlı işleten bir araştırma programının oluşturan üç temel unsur olduğuna dikkat çeker: katı çekirdek (hard core), koruyucu kuşak (protective belt), olumlu ve olumsuz keşif (heuristik). Kuramın dayandığı temel kabul, inanç ve önermelerden oluşan katı çekirdek bir bakıma kuramın metafizik unsurunu oluşturur. Örneğin Batlamyus kozmolojisinin katı çekirdeği şeylerin nihai amaçlarına erişerek duranlığa erişmesi iken Newtoncu fiziğin katı çekirdeği şeylerin bir engelle karşılaşana kadar sonsuz hareket edeceği önermesidir Bir bilim insanının tercih ettiği durağanlık ya da hareket ilkesini onu farklı araştırma programlarının mensubu kılar. Lakatos’a göre bir katı çekirdek amprik evrenin sunduğu farklı olasılıklardan doğrudan yakayı sıyıramaz. Deney ve gözlem yolu ile elde edilen beklenmedik gelişmeler ile kuramın nasıl uzlaştırılacağı önemli bir sorundur. Bu noktada koruyucu kuşak farklı bulguların yorumlandığı, yardımcı hipotez ve örneklerle katı çekirdeğin haklılığını ispatlandığı bir esnetme pratiğidir. Lakatos’a göre katı çekirdekten ziyade koruyucu kuşağın açıklamalarına çarpan ampirik aykırılıklar genellikle koruyucu kuşağın değişmesi, gelişmesi ve karmaşıklaşmasına sebep olur (Lakatos, s. 284). Olumsuz keşif, koruyucu kuşağın geçiştiremediği aykırılıkların çekirdeğe iletilmesine izin vermeyen bir tutuculuk taşır. Katı çekirdekle çelişen olguların varlığı örtbas edilir ya da geçiştirilir. Araştırmacının kaçınması gerektiği yolları vurgulayan olumsuz keşifin aksine olumlu keşif kuramın geliştirilmesini sağlayan konuları ve açıklayamadığı problemleri özel bir durum olarak programa dahil eder. Normal olmayan durumlar yardımcı hipotezler ve ad hoc (ek) açıklamalarla katı çekirdeğe uyumlu hale getirilir.

Kaynak: İstanbulEduTr / Modernliğin Sosyolojisi

-Realist Rasyonalizm; Rasyonalizm ve empirizm konularında da Lakotos'un sentez arayışında olduğu ve bu noktada eleştiriyor olsa da Popper'a Kuhn'dan daha yakın durduğu söylenebilir. Lakatos bu anlamda, Popper'ın kimi görüşleriyle kendi temel savları arasında çelişmekle eleştirmiş olan Popperci çevreye dahil edilebilir. Onun girişimleri Kuhn'un varsayımlarını en önemli oldukları noktada yadsımaya yönelik olarak görünmektedir. Birikimci bilgi anlayışıyla Kuhn'un paradigma kavramına da itiraz etmiştir Lakatos. Feyerabend daha sonra Lakatos'ın önermelerini farklı noktalardan eleştirecek, Kuhncu görelikciliği uç noktalara taşıyacaktır. Lakatos'ın aksine Feyerabend bilimdeki teorilerin birbirlerini yadsıyarak ortaya çıktıklarını öne sürer. Feyerabend onun rasyonalist eksenli düşüncelerini "realist rasyonalizm" olarak eleştirir.

Kaynak: Wikipedia / Imre Lakatos

 

 

-CAHİT ARF(1910-1997) "Hasse Arf" teoremi ile ün kazanmıştır. Burada adı geçen diğer kişi, Alman kökenli ünlü matematikçi Helmut Hasse'dir (1898-1979).Sentetik geometri problemlerini, cetvel ve pergelle çözülebilir olup olmadıklarına göre sınıflandırmayı tasarlayan Arf, Fransız matematikçi Evariste Galois(1811-1832) ve Jordan'ın gruplar kavramından, özellikle cebirsel denklemlerin çözümünde grup kavramının uygulanmasına ilişkin çalışmalarından yararlanılmıştır. Eskiçağ'ın ünlü problemlerinden biri olan, cetvel ve pergel kullanarak bir açının üç eşit parçaya bölünüp bölünemeyeceği sorunu ile de ilgilenmiş ve yalnızca ikinci dereceden cebirsel denklemlere indirgenebilen problemlerin cetvel ve pergel yardımı ile çözülebileceğini kanıtlamıştır. Cahit Arf matematik literatürüne "Arf Değişmezi", "Arf Halkaları" ve "Arf Kapanışları" kavramıyla adını yazdırmıştır.

Kaynak: "Matematiğin Kültürel Tarihi" - Zeki Tez -2011

 

 

       

Bugün Küreselleşme

Küresel ilişkiler dünyasında yaşadığımız farkındalık artık küreseldir. Bundan elli yıl sonra, 11 Eylül gösterisi ya da IŞİD'in yükselişi değil, Soğuk Savaş'ın sona ermesi, Çin'in yükselişi ve küresel ısınmanın başlangıcı, 20. yüzyılın sonlarının kesin olayları olarak hatırlanacak gibi görünüyor. 1989'da Berlin Duvarı'nın yıkılmasından bu yana, Soğuk Savaş'ta ABD önderliğindeki kapitalist blok için elde edilen zaferin meyveleri, küreselleşme veya elverişli ticaret ve gümrük vergi rejimlerinin uygulanması yoluyla küresel pazarlara hükmetme kararlılığı biçimini aldı.

1978'de Deng Xiaoping tarafından başlatılan yapısal reformların zincirlerinden kurtulan Çin, küreselleşmenin pazarın çoğunu köşeye sıkıştırma fırsatını artırarak, sömürge liman anlaşmalarının güncellenmiş bir versiyonu olan özel ekonomik bölge (SEZ) kavramına öncülük etti. Hong Kong gibi özel yerlerin çalışmasına olanak sağlamak için imzalandı. 1990'ların ortalarından beri, eskiden Üçüncü Dünya ülkeleri, küresel hiyerarşide yeni bir orta sınıf uluslar yaratarak Çin ekonomik modelini taklit etmek için itişip kakışıyorlar. Bugün, BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) olarak biliniyorlar, ancak Nijerya ve Meksika gibileri de katılmak istiyorlar. Küreselleşmenin altyapısının temel taşı, benzeri görülmemiş bir şekilde, büyük amaca yönelik inşa edilmiş gemiler, otomatikleştirilmiş limanlar ve radikal bir şekilde rasyonelleştirilmiş kamyon ve demiryolu taşımacılığı eşliğinde, uluslararası nakliyeyi optimize eden konteynerizasyondur. Yeni dijital ağın eşzamanlı yayılması olmadan bunların hiçbiri mümkün olamazdı; İnternet, yalnızca kendi farkındalığına sahip küresel bir topluluk duygusu yaratmakla kalmayıp, aynı zamanda, ulusal sınırlar boyunca anlık finansal işlemler, küreselleşmenin motorlarına güç veren işlemlerle bunu da olanaklı kılmıştır. Bu küresel finans ağını desteklemek için yeni bir küresel şehir imparatorluğu ortaya çıktı; küresel finansmanı kontrol etmek için rekabet eden ve işbirliği yapan büyük şehirler. Küresel finans temsilcilerinin hareketini kolaylaştırmak için havalimanları, havalimanı alışveriş merkezleri, ulaşım sistemleri ve kongre merkezleri gibi genel altyapı binaları da dünya çapında inşa ediliyor.

Küresel özbilinç ayrıca iki küresel kriz tarafından teşvik edildi: iklim değişikliği ve terörizm. Fosil yakıtlardan güç alan iki yüzyıllık acımasız sanayileşme, her zamankinden daha fazla zenginlik üretti, ancak aynı zamanda Dünya gezegeninin atmosferi olan hassas dengeyi de tehdit etti. Bu süreçte mimarlığın rolü kesinlikle suçsuz değildir; örneğin binalar, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki en büyük enerji tüketicisidir. Ancak terörizmin yeni krizi ancak dolaylı olarak mimariye endekslenebilir. Günümüzün egemen ulus devletlerinin ezici askeri gücü karşısında, dünyanın dört bir yanındaki isyanlar, başlangıçta çok yerelleştirilmiş ve tamamlayıcı nitelikte olan gerilla savaşının etkisini küreselleştirmek için medyanın gücünü ve daha yakın zamanda İnternet'i askeri taktik olarak kullanmanın bir yolunu buldular. Mimari, bu savaşta ikincil hasar rolü oynar. New York'taki İkiz Kuleler gibi ikonik mimarinin bombalanması, geleneksel savaşın yol açtığı habitatların yok edilmesinden daha fazlası, küresel ilgiyi çekiyor ve bize mimarinin, tüm maddeselliğine ve büyük sermaye harcamalarına rağmen, nihayetinde, bir süper model olarak medya görüntüsü, aynı konuya tabi olduğunu hatırlatıyor. Mimarinin süper model benzeri nitelikleri, bir yandan, direklere sahip büyükelçilikler, yüksek çevre duvarları ve diğer güvenlik özellikleri gibi önemli kamu binalarının güçlendirilmesiyle sonuçlandı. Öte yandan, dünya çapında tanınan, göz kamaştırıcı bir öykülü "starchitects" sınıfı tarafından tasarlanan süper ikonik binalara yönelik küresel bir saplantı da var.

Tüm karmaşaya rağmen, küreselleşmeye verilen eleştirel mimari tepki, belirsizlik ve sürekli yeniden icat ile karakterizedir. Her yıl yeni bir konferans, yeni bir izmin kurulduğunu duyurur; bir gün Dekonstrüktivizm ise, ertesi gün Yeni Pragmatizm ve ardından ertesi gün Yeni Bölgeselciliktir. Yeni Şehircilik'i, hemen ardından Küresel Şehirler Ağı'nın eşlik ettiği Gezegensel Kentleşme ile gelen Yeni Peyzaj Şehirciliği izliyor. Bu bir anlamda zengin bir söylemin ve ortodoksların terk edilmesinin bir işaretidir. Yine de, modernizmin kesinlikleri rutin olarak eleştirilirken, yeni ekolojik ütopyalar arayışı hala profesyonel bir saplantıdır. Ve en çok basın ve araştırma fonunu alan, teknolojik olarak aşılanmış mimarinin bilinmeyen olasılıkları olsa da, alternatif tasarımcılar arasında hala geçerli olan kimlik, yer ve yerel güçlendirme için postmodern benzeri arayışlardır.

Belirsizliğe verilen psikolojik tepki koruma ise, koruma hareketinin - ya da aynı zamanda adlandırıldığı şekliyle - koruma hareketinin mimarlık camiasında büyük bir güç olarak ortaya çıkması şaşırtıcı değildir. Eskisinden çok daha fazlası yeni ve eski arasındaki modernist ayrım, bugünün korunması, dayanıklı sosyal ağlar inşa etmek ve gelecekte biyolojik çeşitliliği sağlamak için dünyanın tohumlarını bankalamak kadar çeşitli stratejileri içeren çok değerlikli bir harekettir. Dünya Mirası'ndan DOCOMOMO'ya ve yerel aktivist gruplara kadar, koruma, beklenmedik bir rönesans yaşıyor. Ve tam ortasında, eşitlikçi bir matris içinde sürdürülen farklı toplulukların antik, geçerliliğini yitirmiş Yunan ideali olarak şehir, profesyonel mimarların yurttaşlık hedeflerinin odak noktası olarak ortaya çıktı. 2009'da dünya nüfusunun yarısı şehirlerde yaşıyordu ve bu, küreselleşmenin hem savunucuları hem de eleştirmenleri tarafından kutlanan bir istatistik olan, kentleşmeye yönelik küresel eğilimi gösteriyordu.

Kaynak: A Global History of Architecture

Kaynak: Bu kolondaki bilgiler internetten, Özlem Durmaz’ın “Meknsal Deneyim ve Temsilinin Çokduyumsallık Bağlamında Değerlendirilmesi” adlı tezinden,Nigel Warburton'ın yazdığı, Güçlü Ateşoğlu tarafından Türkçeye çevrilen "Felsefenin Kısa Tarihi " adlı kaynaktan yararlanılarak derlenmiştir.

            Mimarlık düşüncesi, yazımı ile ilgili tarihsel süreç ve bugünümüze dair, Prof. Dr. Uğur Tanyeli'nin "Bugünkü Mimarlık Ortamı: Entelektüalizm ve Anti-entelektüalizm" adlı dersi. Tarihsel süreç içersinde yazılmış mimarlık kitaplarından örnekler ve bugün.
                       
                       
 

This work is for education purposes and marked with CC0 1.0 All rights belong to their owners.